Kara İstanbul

“İstanbul, batı”yla doğu”nun sözcüğüm tam anlamıyla buluştuğu yer, bir kavuşma noktası, bir kavşak. Aynı zamanda coğrafyanın yamanmaz biçimde yırtıldığı, sürekliliğin çatladığı uğrak, kımıl kımıl bir kırık. Tam iki anakaranın, Asya’yla Avrupa’nın buluştuğu tek kent: boğaz”ın yardığı, haliç’in şişlediği. Karadeniz”in, Marmara’nın okşadığı. Debbağ”ın sevdiği deriye yaptığı gibi, doğa ana burayı döverek, severek dünyanın en hayret verici yerlerinden biri haline getirmiş. İnsanların binyıllardır burada takılıyor oluşuna şaşmamak gerek.
Bir yandan İstanbul’dan gitti gidecek olmakta ısrar edip öte yandan da hiçbir yere gitmediğinizde. Gerçek bir İstanbullu olup çıktığınız söylenir. Buraya herkes bir yerden gelir, evet, ama orası hiçbir zaman İstanbul değildir. Bu klişeler ola ki İstanbul’un hem iten hem çeken doğasına, bu doğanın estetik, ekonomik, mistik, son çözümde açıklanamaz çekiciliğine, , kendine ait olanı yok etme ya da dışına itme eğilimine örnek oluştururlar. Hem aşka hem de nefrete ilişkin bir kenttir İstanbul; tutkuların kabardığı ve yere kat kat artarak indiği bir kent.
Kara İstanbul’a hoş geldiniz: ayakkabılarınızı, düğüm düğüm beklentilerinizi kapıda bırakın. Buyurun, girin.”

Goriot Baba Kitap Özeti - Goriot Baba Roman Özeti - Goriot Baba Özeti

Bu roman Balzac‘ın en önemli romanlarından biridir.

Özet:
Mösyö Goriot, Paris’te bir pansiyonda kalmaktadır. Pansiyondakiler M. Goriot’un kim olduğunu bilmez. Herkes onun hakkında bir şeyler uydurur. M. Goriot’un iki kızı vardır: Delphine ve Anastasie. Arada bir gelip babalarını görürler. Çevredekiler, bu kadınları Goriot Baba‘nın metresleri sanırlar. Goriot Baba iş hayatında başarılı olmuş, iyi para kazanmış, eski bir tüccardır. Tüm varlığını iki kızının mutluluğuna adamış, kendisi orta halli bir pansiyon hayatına çekilmiştir.
Goriot Baba‘nın kızları paralan tükendikçe pansiyona gelirler ve babalarından para isterler. İkisi de oldukça masraflı, lüks bir hayat yaşamaktadırlar. Babalarının günden güne düştüğü kötü durum umurlarına bile gelmez. Tek düşünceleri kendi özel hayatlarıdır.
Goriot Baba, ilgisizlikten, sevgisizlikten ruhsal çöküntüye uğrar; dayanma gücünü yitirir, hastalanıp yataklara düşer. Durumu gittikçe ağırlaşır. Kızlarına haber gönderilir; fakat kızları babalarının yanına gelmek yerine, bir sosyete balosuna eğlenmeye giderler. Goriot Baba ölmeden önce çocuklarını son kez görmek ister. Pansiyonda kalan bir öğrenci, onun bu isteğini kızlarına ulaştırır. Delphine babasının yanına gelmez, diğer kızı Anastasia geldiğinde ise artık çok geçtir; baba komaya girmiştir, bir süre sonra da ölür.
Goriot Baba’nın cenazesinde, pansiyonda tanıdığı bir iki kişi dışında kimse yoktur…
Balzac
Fransız edebiyatının ünlü eserlerinden biri olan Goriot Baba, realist akımın başarılı bir örneğidir. Goriot Baba’da çocuklarına karşı aşırı sevgi duyan bir babanın dramı anlatılmıştır. Balzac’ın bu eseri bir “karakter romanı” özelliği taşır. Roman, babalık sevgisinin bencil evlatlar tarafından nasıl istismar edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilgi çekicidir. Goriot Baba, iyilik ve saflığın; çocukları ise kötülük ve nankörlüğün temsilcileridir.

Kırmızı ve Siyah Kitap Özeti - Kırmızı ve Siyah Roman Özeti - Kırmızı ve Siyah Özeti

Verrieres (Veryer) şehrinin belediye başkanı. Bay de Renal (dö Renal), kaba saba, gösterişe düşkün yaratılışta bir insandır. Karısı Bayan de Renal ise, kocasına göre daha anlayışlı, evine bağlı, güzel bir kadındır. Şehrin uzağında biçki (hızar) makineleriyle işlerini yürüten okumamış, ama her şeyi sezebilen Sorel Baba ile, onun, Julien adındaki ince, zayıf yaratılışlı küçük oğlu, Renal’lerin ilgilerini çekmiştir. Zira Julien, papazdan din dersleri alan, zeki, gururlu bir çocuktur. Romandaki ana olay böyle başlar. Çocuklara verilen dersler süresince julien’le Bayan de Renal arasında karşılıklı bir sevgi baş gösterir. Bir süre sonra Yoksullar Yurdu Müdür M. Valenod’un yazdığı bir mektup her şeyi ortaya koyar. Bunun üzerine Bay de Renal, Julien’i Basançon seminerlerine gönderir. Julien, seminerdeki arkadaşı Abbe Pirard’in aracılığıyla Paris’te Marki de La More’ün sekreteri olur. Marki’nin kendini beğenmiş Mathilde (Matild) adlı güzel bir kızı vardır. Julien’le Mathilde birbirlerini severler. Marki bunu duyunca çok kızar. Fakat kızının baskısı altında, Julien’i zengin ve şanlı bir kişi yapmaya çalışır. Ama Julien; Mathilde’i unutmaya başlar. Bir gün Marki, Bayan de Renel’dan bir mektup alır. Bu mektupta Julien’le ilgili her şey yazılıdır. Kızını onunla evlendirmekten vaz geçer. Julien, Verriere’e giderek Bayan Renal’i tabancayla vurur, ama öldüremez; tutuklanır. Bütün çabalara rağmen suçunu gizlemez; sonunda giyotine gönderilir. Mathilde, Julien’i kendi elleriyle gömer. Bayan Renal da üç gün sonra ölür.

Kızıl ile Kara Kitap Özeti - Kızıl ile Kara Roman Özeti - Kızıl ile Kara Özeti

Özet:
Romanın kahramanı Julien Sorel, ihtiraslarla dolu bir karakterdir. Mevki kazanma hırsıyla yanıp tutuşan bu gururlu genç, bir keresteci olan babası tarafından hor görülür. Bu, onda devrin aristokratlarına karşı kin beslemesine sebep olur.
Bir papazdan din dersleri alan Julien, daha sonra şehrin belediye başkanı Mösyö de Renal’in çocuklarına Latince dersleri vermeye başlar. Julien ile Madame de Renal arasında duygusal bir yakınlık başlar. Madame de Renal’e imzasız mektuplar gönderilmesi üzerine Julien oradan ayrılmak zorunda kalır.
Daha sonra Julien aristokrat bir çevreye yazıcı olarak girer ve soyluların davranışlarını öğrenir. Yazıcı olduğu ailenin kızı Mathilde ile Julien arasında bir aşk başlar. Mathilde ilk zamanlar kendi sınıfından olmayan birisini sevmiş olmanın acısını çekerse de gençlik ve aşk üstün gelir, gurur yenilir. Kızını bir dük ile evlendirmeyi tasarlayan Mathilde’in babası, kızının ısrarı karşısında geri adım atar, bu evliliğe razı olur. Mathilde’in babası onlara bir servet bağışlar, Julien’e bir soyluluk unvanı sağlar; bir yandan da Renal ailesinden Julien hakkında bilgi ister. Madame Re-nal’den gelen bilgiler üzerine evlilik imkansızlaşır.
Julien gider, Madame de Renal’i kilisede tabancayla yaralar. Hapse atılınca Madame de Re-nal’den başkasını sevmediğini anlar. Julien giyotinle idam edilir. Madame de Renal de bu acıya dayanamaz, hastalanır ve üç gün sonra o da ölür.

Suç ve Ceza Kitap Özeti -Suç ve Ceza Roman Özeti - Suç ve Ceza Özeti

Rus yazar Dostoyevski romanda, (Suç ve Ceza) bir insanın, başka bir insana karşı işlediği suçtan dolayı çektiği korkunç vicdan azabı anlatılmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda, Rusya’nın büyük kentlerinden birindeki yoksul insanlar yan­sıtmıştır.
Ruhsal sorunları olan, üniversite öğrencisi Raskolnikof kendini çok akıllı bulur. Sosyetede bir yer etmek İçin de ne olursa olsun para bulmalıdır. Sonunda tefeci bir kadını öldürerek parasını alır. Fakat, böyle bir yöntemle para elde ettiğinden vic­dan azabı çekmeye başlar. Kendinden nefret eder, toplumdan bütünüyle uzaklaşır. İşlediği suçun top­luma zararı olmadığını, tersine toplumun bir tefeci­den kurtulduğunu düşünse de, bu pişmanlık duy­guları hafifletmez. Arkadaşlık ettiği polislerden ola­yın kapanmak üzere olduğunu öğrenince rahatlaya­cağına, büsbütün vicdan azabına tutulur ve suçunu itiraf eder. Belki de göreceği ceza acılarını hafiflete­cek, onu rahatlatacaktır.

EVVEL ZAMAN İÇİNDE (MASAL)

ÜÇ ELMA:
Bir varmış, bir yokmuş, develer tellal iken, pireler berber i-ken, ben anamın beşiğin tıngır mıngır sallar iken bir memleketin birinde, iyiler iyisi bir padişah varmış. Her şeyi varmış, ama hiç çocuğu yokmuş. Yaşı ilerledikçe, bu yüzden kederi artıyormuş…
Bir gün akıllı bir pir-i fani, padişahın derdini öğrendikten sonra, “kolayı var” demiş. “Siz şimdi bir bahçe yaptırın, içinde güller, çiçekler, havuzlar, daha neler neler olsun”…Padişah, bir bahçe yaptırdı ki dillere destan . Ama gel gelelim, ne evlat var ne de bir müjdeli haber…Bu sefer de kafası iyice bozulur ve başlar bahçeyi dağıtmaya…Ezer, çiğner, dağıtır. Hanımı güç bela, yalvar yakar durdurabilmiş. Zaten hanımı, bahçe yapıldığı günden beri bahçeden çıkmazmış. Ağaçlarla, konuşurmuş. Bu hallere daya­namayan yaşlı bir elma ağacı dile gelmiş: “Benim filizlerimden al, dik. Bir gün sana elma verir. Yarısını sen ye, yarısını da padişaha ye­dir.” demiş.
Kadın filizi dikmiş, fidan olmuş, ağaç olmuş. Yedi yıl geçmiş, bir elma vermiş. Elma da elma hani; bir yanı al, bir yanı beyaz. Kadıncık durur mu? Almış elmayı, bölmüş elmayı. Yarısını ken­disi yemiş, yarısını da padişaha yedirmiş. Aradan geçmiş dokuz ay, on gün, Nur topu gibi bir oğulları olmuş..
Kurulmuş meydan, çalmış davullar… Kırk gün, kırk gece olmuş oyunlar..
Gökten uç elma düştü… Kimin ne muradı varsa onun başı­na…

Robinson Crusoe Kitap Özeti - Robinson Crusoe Roman Özeti - Robinson Crusoe Özeti

Robinson Crusoe Kitap Özeti - Robinson Crusoe Roman Özeti - Robinson Crusoe Özeti


Bu romanda, düştüğü ıssız bir adada 28 yıl ya­şayan adamın macerası anlatılmıştır. Onun doğa ile o!an mücadelesi, yaşama savaşı romanın ana ko­nusudur. Romanın tezi, güçlü bîr irade ve çalışma enerjisiyle tüm zorlukların yenilebileceğidir. Robinson Crusoe, macera düşkünüdür. Denizle­re açılıp yeni yerler görme tutkusu içindedir. Yaptığı tehlikeli iki deniz yolculuğu yüzünden bu tutkusun­dan vazgeçer. Ancak, bir süre sonra tekrar yolculu­ğa çıkar. Yolculuk yaptığı gemi batar. Tek kendisi kurtulur. Issız bir adada yaşamaya başlar. Kendine bir barınak yapar. Yaban keçilerini evciileştirir. Top­rağı eker. Orada tuttuğu günlükleri aynı zamanda romanın konusu oluşturacaktır. Bir gün, başka a-dalardan getirilen bir vahşiyi esir alır. Adını Cuma koyar. Onu eğitir. Bir süre sonra, ada çevresindeki bir gemide ayaklanma çıkar. Bundan yararlanarak, gemiyi ele geçirir ve ülkesi İngiltere’ye döner. Tüm bu yaşadıklarına karşın, macera tutkusu yine bit­mez.

Biyografi-ornekleri

Divan edebiyatının en büyük şairidir (1480-1556). Fuzuli'nin asıl adı Mehmet'tir. Irak'ta Kerbelâ'da doğdu, öğrenimini Bağdat'ta gördü. Gençliği, Safevi Türk İmparatorluğu'nun parlak dönemine rastlar. Bağdat'a yerleşti ve ömrü boyunca Irak'tan hiç ayrılmadı.. Kanuni Süleyman 1534'te Bağdat'ı fethettiği zaman padişaha kaside yazıp sunduğu gibi, veziriazam Damat İbrahim Paşa, vezir Rüstem Paşa, nişancı Celâlzade Mustafa Çelebi gibi devlet ileri gelenlerine de kasideler yazdı. Kanuni, şaire günde 9 akçe aylık bağladı. Fuzuli'nin bu aylığı alamaması üzerine nişancı Celâlzade Çelebi'ye yazdığı mektup Şikâyetname adıyla ün kazandı.

Fuzuli'nin divan edebiyatı üzerindeki etkisi büyüktür. Şiirlerini Azeri şivesiyle yazmasına karşın bütün Türk milletince sevilen ve benimsenen bir şairdir. Üslûbu, edası ve temaları gerek klasik divan şairlerince, gerek halk şairlerince günümüze kadar taklit edilmiştir. Dili sade olan şiirleri halk arasında da yayılmıştır.

Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere üç divanı vardır. O zamanın sanat ve bilim dili Arapça ve Farsça olmasına rağmen Türkçe ile de mükemmel şiir söylenebileceğini öne sürmüş ve bunu kanıtlamıştır.

Eserleri

Fuzuli sadece şairliğiyle değil, yapıtlarının çokluğuyla da meşhurdur. Üç divanından başka başta Leylâ ve Mecnun olmak üzere birçok eseri vardır. Başlıca eserleri şunlardır: Leylâ ve Mecnun (ünlü bir mesnevidir); Hadikat-üs-Süeda (Kerbelâ Olayı'nı konu alan bu düzyazı ve şiir karışımı eser, şairin en önemli kitaplarından ve Türk edebiyatının şaheserlerinden biridir, sonraki şairleri büyük ölçüde etkilemiş, birçok defa basılmıştır); Beng ü Bade (500 beyitlik Türkçe mesnevi); Heft-Cam (327 beyitlik bir sakiname); Rind ü Zahid (Farsça düzyazı); Hüsn ü Aşk (Farsça düzyazı); Şikâyetname (Türk mizah ve hiciv edebiyatının şaheserlerindendir) v.d.

Leylâ ve Mecnun

Türkçe divanı kadar ünlüdür. Bir Arap emirinin kızı Leylâ ile ona âşık olan bir Arap gencinin başından geçenleri anlatır. Mesnevi tarzında yazılmıştır. Zamanımıza kadar 30 defadan fazla basılmış, bütün önemli dünya dillerine çevrilmiştir. Rusya'da opera olarak da bestelenmiştir.
BAKİ (1526-1600)
Hayatı
1526 yılında İstanbul'da doğduğu tahmin edilmektedir kesin bir tarihi yoktur. Bâki'nin asıl ismi Mahmud Abdülbâki'dir[1]. Aslında fakir bir ailenin çocuğu idi, babası müezzin Çocukluğunda sirac çıraklığı yapmıştır. Eğitime, ilme olan büyük tutkusu fark edilmeye başlanınca ailesi medreseye devam etmesine izin vermiştir; zira başlarda medreseye kaçak, ailesinden gizli gitmekteydi. Gayretleri ile iyi bir eğitim görmüş, dönemin ünlü müderrislerinden ders almıştır. Eğitimi boyunca şiire olan ilgisi giderek artmış ve güçlü kaleminin ünü de yavaşça yayılmaya başlamıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır. Hayatı boyunca çeşitli dönemlerde kadılık,kazaskerlik[1] gibi makamlarda devlet hizmetinde bulunmuş, yaşlılığında Şeyhülislam olmak istese de bu göreve getirilmemiştir[2]. 1600 yılında, İstanbul'da vefat etti. 16. yüzyılda şairler sultanı olarak anılan şairimizdir.

Çalışmaları
Bâki Osmanlı'nın en güçlü devirlerinden birinde yaşamıştır, bu da pekâla onun şiirlerine ve şiirlerinde kullandığı temalara yansımıştır. Aşk, yaşamanın zevki ve doğa şiirlerinin başlıca konularıdır. Her ne kadar şiirlerinde tasavvuf etkisi veya tema olarak tasavvuf bulunmasa da, tasavvufta da özel bir mahiyeti olan aşk mefhumunu sık sık konu alması itibariyle, dîvânı mutasavvıflar tarafından çok sevilir. Tekniği güçlüdür, şiirlerinde yakaladığı ahenk ve akıcılık fark yaratır. Dil kullanımında çok yeteneklidir. Şiirlerinde İstanbul Türkçesini başarıyla kullanmıştır. Ahenk ve musikiye önem vermiş;söz seçiminde titiz davranmıştır. Genellikle din dışı konuları işlemiştir. Şiirlerinin oluşturduğu tını, musiki de şiirlerinin farklı bir özelliğidir. Türk, Divan şiirinin dönemin ünlü akımları ve eserleri seviyesine ulaşmasında çok büyük katkısı olmuştur. Eserlerinden biri de Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı üzerine yazdığı "Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han" isimli mersiyedir. Bu mersiye hem teknik olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden birisi olmuştur.
PİR SULTAN ABDAL (?-1560)

Pir Sultan 16. yüzyılda Anadolu’nun fikri ve siyasi yönden en karışık olduğu dönemlerde Sivas ve civarında yaşamış bir halk ozanıdır. Anadolu’da yaşayan bütün Aleviler yaşları ne olursa olsun Pir Sultan’ı severler.
Pir Sultan sözünü ve sazını kullanarak Şah İsmail’in yaptığı gibi Oniki İmam felsefesini Oniki İmamların isimlerinin anıldığı Düzevi İmam türünden şiirlerle anlatmaya çalışmış.
Halk ozanları geleneğinde sevilen ozanların isimleri diğer ozanlarca da kullanıldığı için Pir Sultan'ın vefatından sonra dahi onun ismiyle birçok eserler yazılmış ve söylenmiştir.
Pir Sultan Erdebil şahları ve dervişleriyle kurduğu ilişki çerçevesinde Oniki İmamlar yolunda elde edindiği bilgileri Anadolu’ya Şah İsmail’in takip ettiği metoda göre aktarıyordu. Ancak bilgilerini herhangi bir eğitim kurumunda tahsil görerek değilde yüz yüze ilişkiler neticesinde elde ettiği için Pir Sultanın Oniki İmam yoluyla ilgili olarak herşeyi bilebilmesi ve bu çerçevede de aktarabilmesi mümkün değildi. Pir Sultan özellikle Oniki İmamların isimlerini yayma konusunda başarılı olmuştur.
Pir Sultan’ın birçok şiirinde bahsettiği "Şah" Erdebil şahıdır (Safevilerin Erdebil Şeyhliği). Osmanlı’ya karşı Erdebil dergahından yana olduğunu açık açık ortaya koyan Pir Sultan Açılın kapılar şaha gidelim, katip Ahvalimi yaz şaha böyle. Ben de bu yayladan şaha giderim. derken Erdebil’e olan bağlılığını ifade etmektedir. Zaten o dönemlerde Erdebil şahları’nın, Anadolu’da yaşayan Alevilerin gözünde kurtarıcı olduğu belirlenmişti. Fakat Anadolu’nun sünnileşmesi gerçekleştikten ve Aleviler baskı altına alındıktan sonra, Alevilerin Erdebil’le ilişkileri kesilmiş ve zamanla halk ozanlarının şiirlerinde gecen şah kelimesiyle İmam Ali Emir-el Mu'minin'i anlatılmaya başlanmıştır.
Pir Sultan Abdal “güzel şahım niye verdin bağdatı” derken 16. Yüzyıl başlarında yaşamış Şah Tahmasp'tan bahsetmektedir. Ayrıca “Urum (Anadolu) memleketine yürüdü” dediği şahta aynı şah olmalıdır. Zaten Pir Sultan Abdal, Şah İsmail (Hatayi) ve Şah Tahmasp dönemlerinde yaşamıştır.
Pir Sultan öncülüğünü yaptığı ekol öylesine tutulmuştur ki kendisi halk ozanlarının PİR’i sayılmıştır. Pir Sultan Abdal’dan önce yaşamış olan halk ozanlarının Oniki İmamları anlattıkları görülmemektedir. Gelenek Pir Sultan Abdal’la başlamıştır.
Pir Sultan Halk ozanlığı’nın yanısıra Osmanlı’ya açıkca tavır almıştır.
KÖROĞLU
Köroğlu veya asıl adıyla Ali Ruşen 16. yüzyıl 'da Anadolu'da yaşamış bir halk ozanıydı. İsmine Köroğlu Destanı'da vardır.KÖROĞLU (XVI. Yüzyıl) Halk şairlerimiz içerisinde kavganın, özgürlüğün sembolü.Doğum, ölüm tarihleri bilinmeyen, bir eski efsane kahramanı olan Köroğlu'nun adını alan bir şairimizdir.Bu şairin, Sultan III. Murat zamanında (1574-1595) Osmanlı ordusuyla İran savaşlarına katıldığı (1578-1584) bilinmektedir.Bolu Beyi'nden babasının intikamını almak üzere dağlara çıkan, yiğitlik ve iyilikseverliği destanlaşan eşkıya Köroğlu ile şair Köroğlu halk zihninde kaynaşmış durumdadır.Köroğlu; halk şairlerimiz içerisinde kavganın ve özgürlüğün sembolüdür.Şiirlerinde coşkun bir seslenişle yiğitlik,dostluk,aşk,doğa sevgisi çok sade bir dille anlatılır.Bu şiirler, hikayeci aşıkların nesirle anlatılan hikayeleri arasına serpiştirilmiştir.Yirmi dördü bulan bu hikayeler , Türklük dünyasına yayılan bir Köroğlu destanının doğuşunu hazırlamıştır.Köroğlu; yiğit,adaletli, inançla dolu ideal bir Türk'tür. Köroğlu destanımız ise Anadolu Türklüğünün yüreğinde yaşayan tutkularla, isteklerin, değerlerle inançların sembolüdür.Bu destana göre Köroğlu'nun asıl adı Ruşen Ali'dir.Babası Yusuf, Bolu Beyi'nin seyisidir.At meraklısı olan Bolu Beyi, seyisi Yusuf'u cins bir at almaya gönderir; fakat Yusuf'un getirdiği tayı beğenmez, adamın gözlerine mil çektirir.Yusuf tayı ve oğlunu alıp memleketten çıkar .Ruşen Ali, babasının tarif ettiği tarzda, tayı karanlık bir ahırda besler, tay belli bir zaman sonra kanatlanır, eşsiz bir küheylan olur.Yusuf ile Ruşen Ali, Aras ırmağına gider, orada Bingöl'den inecek olan üç sihirli köpüğü beklerler.Yusuf, köpükleri içince, tekrar görmeğe başlayacak, gençleşecek ve Bolu Beyi'nden intikamını alacaktır.Fakat, Ruşen Ali köpükleri kendisi içer, babasına köpüksüz su verir.Yusuf buna bir yandan üzülür, bir yandan da, oğlu intikamını alacak bir yiğit olacağı için sevinir.Bu sihirli üç köpükten biri Köroğlu'na ebedi hayat, biri yiğitlik, biri de şairlik sağlar.Yusuf, oğluna, intikamını almasını tavsiye ettikten sonra ölür.Ruşen Ali Kır-At'ı ile birlikte dağa çıkar.Köroğlu diye ün alır, bir derebeyi gibi yaşamaya başlar, her savaşta üstün gelir; bezirganlardan, beylerden,paşalardan aldıklarını yoksullara dağıtır.Delik demir (tüfek) icat olunup da eski yiğitlik gelenekleri bozulunca, arkadaşlarına dağılmalarını tavsiye eder, "sır olur", Kırklar'a karışır.
Aşağıdaki tanınmış dizeleri yazılmıştır:
Benden selâm olsun Bolu Beyi’ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
At Kişnemesinden, kalkan sesinden
Dağlar sada verip seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kanda paslanmalıdır.

Köroğlu düşer mi eski şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır

NABî (1642-1712)
1642 senesinde, Şanlıurfa'da doğan Yusuf Nâbi yokluk ve sefalet içinde yaşayarak büyümüş, 24 yaşındayken de İstanbul'a gitmiştir. Burada eğitimine devam eder, şiirleri ile tanınmaya başlar. Paşa vefat edince ise Halep'e gider. İstanbul'da geçirdiği dönemde birçok önemli isimle arkadaşlıkları olmuş, sarayla da bazı ilişkiler kurmuştur. Bunun da etkisiyle, Halep'te geçirdiği yıllarda (yaklaşık 25 yıl) devletin sağladığı imkânlarla rahat bir hayat sürdürmüştür. Eserlerinin çoğunu Halep'te geçirdiği bu yıllarda kaleme almıştır. Daha sonra arasının da iyi olduğu Halep Valisi Baltacı Mehmet Paşa sadrazam olunca Nâbi'yi yanına aldı. Bu dönemlerde Nâbi Darphane Eminliği, Başmukabelecilik gibi görevlerde bulundu. Ayrıca, bazı kaynaklara göre Nâbi aynı zamanda çok güzel bir sese sahipti ve müzik konusunda da fazlasıyla başarılı idi. "Seyid Nuh" ismiyle bazı besteleri olduğu bilinir. Nâbi, İstanbul'da 1712 yılında vefat etti.Nabi bazı kaynaklara göre ispirliydi

Dönemi, Çalışmaları
Nâbi Osmanlı'nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdi, yönetim ve toplumdaki dejenerasyona ve bozukluklara şahit oldu. Çevresindeki bu negatif olgular onu didaktik şiir yazmaya itmiş, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmesine neden olmuştur. Ona göre şiir hayatın, karşılaşılan sorunların ve günlük yaşamın içinde olmalı, hayattan, insandan ve insanî konulardan izole edilmemelidir. Bu yüzden şiirleri hayat ile alâkalı, çözümler üretmeye çalışan, yer yer nasihatta bulunan bir yapıdadır. Eserlerinin herkes tarafından anlaşılması ve hayatla iç içe olmasını istemesindendir belki de, kullandığı dil yalın ve süssüzdür. "Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre, İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere." Na ve bi kelimeleri arapça ve farsçada 'yok' anlamına gelmektedir.Bu beyitte Nabî mahlasının oluşumunu belirtmektedir.
KARACAOĞLAN
Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır.
1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre XVII.yy'da yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır. Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kozanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi. Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.
Karacaoğlan, Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar içinde bulunduğu bir çağda yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının XVII.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz. Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür. Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir. İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.
Karacaoğlan, yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın ve tekke şiirinin etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır. Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokça başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir. Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur. Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş; şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar XVIII. yy. şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, XIX. yy. şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşil Abdal'ı etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden Rıza Tevfik Bölükbaşı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit Külebi Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir. Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.

Şiirlerinin Özellikleri
Karacaoğlan'ın şiiri aşk ve doğa üzerinde kuruludur. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi ve ölüm en çok değindiği konulardır. Şiirlerinde sıkça adları geçen Elif, Zeynep ve İsmikan adlı kadınların sevgilileri olduğu sanılıyor. Duygularını, yaşadıklarını, düşüncelerini içten, gerçekçi ve özgün bir şiir yapısı içinde anlatır. Karacaoğlan, Türk aşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş biçimi getirdi. Doğa benzetmelerini sık sık kullandı. Çok yalın ve temiz bir Türkçe kullandı. Kendisinden sonra gelen birçok ozanı derinden etkiledi. Bu olumlu etkiler günümüz Türk şiirine kadar uzanır. Şiirlerini ilk kez Nüzhet Ergun derleyip yayınladı. Cahit Öztelli'nin Karacaoğlan-Bütün Şiirleri adlı derlemesi de önemli Karacaoğlan araştırmalarındandır
EVLİYA ÇELEBİ (1611-1682)

Evliya Çelebi (1611, İstanbul - 1683´ten sonra, Mısır(?)), Türk gezgin ve yazar. Asıl adı Mehmet'tir.
Evliya Çelebi, 25 Mart 1611'de İstanbul'un Unkapanı semtinde doğdu. Babası, saray kuyumcubaşısı olan Mehmet Zılli Efendi'dir. Çelebi ailesi aslen Kütahyalı olup, fetihten sonra İstanbul'a yerleşmiştir.
Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi'ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun'a devam etti.
Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur'an-ı Kerim, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu.
Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri ük yaşlarından itibaren içinde müthiş gezi arzusu vardı. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak istiyordu. Bu yüzden sarayda fazla kalamadı. Kendisinin anlattığına göre bir rüya üzerine meşhur gezilerine başladı.
İlk gezisini, İstanbul ve çevresine yaptı. Daha sonra İstanbul dışına çıktı. Artık, gezileri birbirini izliyordu. Tam elli yıl boyunca durmadan gezdi. Gezdiği yerler arasında o zamanki Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan hemen hemen bütün yerler vardı.
Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Savaşlara katıldı.
Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1683 yılından sonra vefat etti.
Evliya Çelebi'nin bugün bile önemini taşıyan Seyahatnamesi işte bu gezilerin ürünüdür.
== Seyahatnameler-- Bu gezilerinde önemli mektuplar götürmek ya da savaşa katılmak gibi çeşitli hizmetlerde bulundu. Gördüklerini ve gözlemlerini Seyahatname eserinde tarih ve yer belirterek yazdı. Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı deyimler çokça kullanılmıştır.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Olaylara çoğu defa alaycı bir tavırla yaklaşan Evliya Çelebi, bazen naklettiği olayları renklendirmek amacıyla okuyucunun ilgisini çekmek için aklın alamayacağı garip olaylara da yer vermiştir.
Evliya Çelebi'nin on ciltlik Seyahatnâme'si, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Bu yönden, Türk Kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından önemli bir yere sahiptir. Eserde Anadolu’nun yanı sıra Kuzey Afrika, İran, Kafkaslar, Orta ve Kuzey Avrupa’dan da bahsedilir. 1630’da başlayan seyahati ölene kadar devam eder. Göreve yeni atanan padişahların kafileleriyle gezip, gördüğü yerleri anlatmıştır. Eserin üç yazması bulunmaktadır. Evliya Çelebi sadece gördüklerini değil değişik kaynaklardan edindiği bilgileri ve söylentileri de hikâye tekniğiyle dile getirir. Seyahatname yüzlerce hikâyeden oluşan bir antoloji gibidir. Yazar eserinde çağının konuşma dilini kullanır. Eserde sade abartılı ve konuşur gibi yazılan bir dil vardır. Eser yazıldığı dönemde fazla ilgi görmemiştir.

Sefiller Kitap Özeti - Sefiller Roman Özeti - Sefiller Özeti

Yazar, Sefiller‘i on dört yılda tamamlamıştır. Sefiller Romanında, bir suçlunun yaşam öyküsü anlatılmıştır. Victor Hugo, bu romanda yoksul, kenar mahalle yaşamını toplumcu bir gözle incelemiştir. Sefiller, toplumsal bir belge niteliğinin yanında, oldukça sürükleyicidir. Victor Hugo‘nun bu eserinde roman kahramanı, Jean Voljean’dır. Ekmek çaldığından, kürek cezasına çarptırılır. Kaçmaya kalkınca 19 yıl ceza çeker. Hapisten çıkınca kimse ona iyi davranmaz. Bir psikopos onu, evine aiır. Şamdanlarını çalar, yakalanır. Psikopos şikayetçi olmak bir yana iki şamdan daha armağan eder. Bu olay yaşamın dönüm noktasıdır. Adını Medeleıne olarak değiştirir. Zengin olur. Belediye başkanı seçilir. Fantin adlı bir kadını Komiser Javert’in elin­den kurtarır. Javert, onun kimliğini, merak etmekte­dir. Jean Voljean adında birinin yakalandığını öğre­nince, kendi adına suçsuz birinin yakalanmasına razı olmaz. Komiser Javerte teslim olur. Bir süre sonra tekrar hapisten kaçar. Fantine’in kızı Cassette’i büyütmek istese de, Javert yine peşinde­dir. Bir manastırda yaşar. Bu arada Cossette büyür ve Marius adında bir üniversite öğrencisine aşık olur. İhtilal başlamıştır. Cumhuriyetçilerce yakala­nan Javert’in İdamından önce kaçmasına göz yu­mar. Vicdan azabı ve minnettarlık duyguları içinde görevini yapamadığını hisseden Komiser Javert Seine nehrine kendini atarak intihar eder. Marius’la Cossette evlenir. Yaşlı Jean Valjean öldüğünde başucunda piskoposun verdiği şamdanlar yanmak­tadır.

———————————————————————————

BAŞKA BİR ÖZET:

Jean Valjean ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılmış, birkaç kez kaçmaya kalkıştığı için cezası ağırlaşmış, on dokuz yıl hapiste kalmıştır. Çok kuvvetli bir insan olan Jean Valjean, hapiste iyi duygularını kaybetmiş gibidir.
Hapisten çıkınca, mahkum olduğunu gösteren belge yüzünden herkes ona kötü davranır. Bir piskopos onu evine alır, o ise evden gümüş takımları çalar, fakat yakalanır. Piskopos, şikayetçi olmaz, üstelik ona iki de gümüş şamdan hediye eder; onlardan elde edeceği parayı namuslu adam olma yolunda harcamasını ister.
Son olay, Jean Valjean’ın yaşamında bir dönüm noktası olur. Madeleine adıyla iş hayatına atılır, zengin olur, belediye başkanı seçilir. Fantin adında düşmüş, fakat ruhça temiz bir kadını polis şefi Javert’in elinden kurtarır. Javert, birdenbire ortaya çıkan ve kısa sürede zengin olan ve herkesin “Baba” dediği Madeleine’in kim olduğunu merak eder.
Madeleine, aranmakta olan Jean Valjean diye başka birisinin yakalandığını öğrenince, kendi yerine suçsuz birinin küreğe mahkum edilmesine gönlü razı olmaz, polis şefi Javert’e teslim olur.
Jean Valjean, zindandan yine kaçar. Bu kez Fantine’in kızı Cossette’i büyütüp yetiştirmek ister. Javert, yine peşindedir. J. Valjean bir manastıra saklanır, Fauchelevent adı ile yaşar. Cossette büyümüştür. Üniversite öğrencisi Marius ile aralarında bir aşk doğar.
Jean Valjean, Marius’u daima korur. İhtilal başlamış, Marius, Cumhuriyetçilerin safında yer almıştır. Cumhuriyetçilerce daha önce esir alınan Javert idam edilecektir. Bu işi Jean Valjean alır ve o, Javert’in kaçmasına göz yumar. Marius çatışmada yaralanır. Ona Javert yardım eder. Jean Valjean teslim olmak için geri döner, ancak Ja-vert’i bulamaz. Javert, minnettarlık duygusuyla, görevini yapmadığı için Seine nehrine atlayarak kendi kendisini cezalandırmıştır.

100 TEMEL ESER

100 TEMEL ESER İçin TIKLA

Acımak Kitap Özeti - Acımak Roman Özeti - Acımak Özeti

KİTABIN KONUSU:

Bir öğretmenin ,babasının günlüğünü okuyarak geçmişi ile ilgili doğruları bulması.

KİTABIN ÖZETİ

Zehra kasabanın en tanınan kişisidir.Çok iyi bir öğretmen olup sevilen birisidir.Fakat geçmişte yaşadılarından dolayı acıma duygusundan yoksundur.Bir gün Maarif Bey gelip bir mektup verir.İstanbul’dan cağrıldığını ve babasının çok hasta olduğunu söyler.Ama o bunu kabul etmez .Çünkü küçükken annesinin ,ablasının ve kendisinin başına gelen bütün olaylar hep onun yüzündendir.Belli bir süre sonra baskıya dayanamaz.İstanbul’a gitmek üzere trene biner.Trende hep babasının annesine ,ablasına bağırmasını,sarhoş sarhoş eve gelmesini düşündükçe ona nefreti artar.Üstelik komşuları olan Necip Bey ve ablasının o kadar iyiliğine karşın onlarlada kavga etmiştir.İstanbul’a gelipte verilen adrese gittiğinde yaşlı bir adam ve kadın onu beklerl.Onlar babasının öldüğünü söylerler.Ondan kalan birkaç eşya ve sandık verirler.Akşam uykusu gelmeyince kutuyu açar.Birkaç eşya ve bir günlük bulur.Günlüğü okumaya başlar.Günlük babasının ilk memur olduğu yıldan başlar.Birkaç yerden sonra tayini Diyarbakır’a çıkar.Burda annesiyle tanışır.Herkes onun kötü biri olduğunu söylemesine rağmen onla evlenir va kaynanasıyla İstanbul’a gelir.Burda karısının ve kaynanasının kötülüklerini yavaş yavaş öğrenir.Kavga etmeye başlarlar.Üstelik dolapları karıştırınca aşk mektupları bulur.Bu mektuplar komşusu Necip Bey’den gelmiştir.Bu olaya cok üzülür ve eve gelmemeye başlar.Necip Beyle kavga eder ;işten atılır.Sadece iki kızı için yaşamaktadır artık.Fakat annesi onu kızlarına karşı kötülemektedir.Ablası annesinin tutarsızlığından dolayı ölür.Diğer kızının da aynı duruma düşmemesi için evden kaçırır.Bir yurda yerleştirir.Belli bir süre sonrada karısı ve kaynanası ölür.Günlük burada biter.Bu olaydan sonra Zehra çok pişman olur.Artık bütün gerçekleri öğrenmiştir.Ayrıca acımayıda öğrenmiştir.

KİTABIN ANAFİKRİ :Hayatımızda eş şeçimini çok iyi yapmalıyız.Eğer iyi şeçim yapamazsak ileriki hayatımızda başarılı olamayız.

KARAKTERLER :

Zehra :Çok iyi bir öğretmendir.Çok sevilmektedir.Fakat acıma duygusundan yoksundur.Babasına karşı olan nefreti daha sonra acıya dönüşmüştür.

Mürşit Efendi :Cok iyi birisi olup dürüsttür.Herkese yardım etmeyi seven birisidir.Memurluk mesleğine çok düşkün birisidir.Fakat yanlış eş seçiminden dolayı mahvolmuştur. Kendine içkiye vermiş her şeyini kaybetmiştir.

Annesi :Çok kötü birisi olup evlendikten sonrada kötülüklerine devam etmiştir.Üstelik kocasını aldatmıştır.

Anneannesi :O da kızının kurbanı olmuştur.Fakat ister istemez bir süre sonra kızının yanında yer almıştır.Damadına kötülükler yapmıştır.

ROMAN HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER :Kitap bize hayat dersi vermekle birlikte o zamanki durumuda göz önüne sermektedir.Kitap oldukça sürükleyici olup sıkmamaktadır.Dili ağır değildir.

YAZAR HAKKINDA BİLGİ :

REŞAT NURİ GÜNTEKİN
1889 Yılında İstanbul’da doğmuştur ve1956 yılında Londra’da ölmüştür. Ünlü roman, hikaye ve tiyatro yazarıdır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat bölümü mezunudur. Öğretmenlik, müfettişlik, milletvekilliği ve Paris Kültür Ateşliği gibi görevlerde bulunmuştur.

Hikaye ve tiyatro türlerinde eser vermiş, olan Reşat Nuri Güntekin, asıl şöhretini romanlarıyla ve bilhassa Çalıkuşu romanıyla yapmıştır. Bu romanda ülkücü aydın bir genç kız tipi olan İstanbullu Feride, kültürlü, ahlaklı, fazileti ve şefkatiyle, önceleri kendisine birazda şüpheyle bakan bu insanlarla kaynaşmayı başarmıştır. Bu bakımdan Çalıkuşu romanı, yazarını gölgede bırakan bir şöhret kazanmıştır. Feride Anadolu’ya ışık götürecek genç öğretmen hanımlarının örnek tipi haline gelmiştir.

Reşat Nuri, realist(gerçekçi) bir romancımızdır.Batı’dan aldığı teknikle yerli olay ve şahısları anlatmıştır. Memleketimizin çeşitli yerlerinde, toplumun çeşitli zümre ve tabakalarına mensup insanlar arasında geçen acı-tatlı hayat sahnelerini eserlerinde canlandırmıştır. Canlı, renkli ve tesirli bir üslubu vardır. Dili akıcı, temiz bir İstanbul Türkçesidir. Eserleri görgü ve tecrübeye dayanmaktadır.

Bütün büyük ve hakiki romancılar gibi, Reşat Nuri Güntekin de gerek Anadolu gerçeklerine, gerekse üzerinde durduğu diğer mesleklere gerçekleri saptıran peşin hükümlü bir gözle bakmamıştır. İnsanı insan olarak ele almış, objektif bir gözlem ve değerlendirmeye tabi tutmuştur.

ESERLERİ: Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Acımak, Damga, Kızılcık Dalları, Eski Hastalık, Miskinler Tekkesi, Anadolu Notları 1-2, Yaprak Dökümü, Ateş Gecesi, Bir Kadın Düşmanı, Gökyüzü, Değirmen, Yeşil Gece, Olağan İşler, Gizli El, Haberlerin Çiçeği, Sönmüş Yıldızlar, Tanrı Misafiri, Kan Davası, Kavak Yelleri, Leyla İle Mecnun, Son Sığınak, Hançer, Hülleci, Bir Köy Öğretmeni, Balıkesir Muhasebecisi, Tanrı Dağı Ziyafeti, Eski Şarkı, Hz. Muhammed’in Hayatı, Kahramanlar, Don Kişot, Yabancı, Atlı Adam, Bir Fakir Delikanlı, La Dam O Kamelya, Evham, Hakikat, İtiraf,

Kitap Özetleri

Kitap Özeti İçin TIKLA

Sergüzeşt Kitap Özeti - Sergüzeşt Roman Özeti - Sergüzeşt Özeti

KİTABIN KONUSU:
Evinden ayrılan küçük bir kızın başından gecen olaylar dramatize edilerek anlatılmıştır. Kızın başından gecenler oldukça acıklıdır. Uzun bir süre kölelik hayatı yaşamıştır.

KİTABIN ÖZETİ:

Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir.

İlk olarak kız (henüz bir ismi yoktur), yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerede yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür.

Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı farkeder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirlir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda analatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızdabuna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geridöner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır.

Günler böyle geçip giderken birgün Mustafa bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara veridler.

Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine ‘dilber’ olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde bir çok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının okadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir.

Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir.

Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı porrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. faKat Dilber’I gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakaat günler geçtikçe Dilber’de onaa karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celalbey Dilber’I boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinide çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aaşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha ssonraları Dilber de Celaal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin baahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini olddukça rahatsız eder ve buna akarşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak birşeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemesede daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalrına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz.

Bundan sonra ikiside hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in aileside çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.

KİTABIN ANA FİKRİ:

Kitabın ana fikri evinden ayrılan bir insanın başına her zaman hertürlü kötülüğün gelebileceği bunlardan kurtulma yolununda sadece kendi elinde olduğu kimseden yardım alamayacağı tek başına kalacağı.

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap çok ağır bir dille yazılma mıştır fakat ara ara anlaşılamayan sözcüklere rastlanabilir yinede kitap bize kölelik hayatından bahsettiği ve bilgilendirdiği için oldukça önemli bir kaynak niteliğindedir ve yararlanabilecek seviyededir. Bence kitap herkes tarafından beğeniyle okunabilir. Oldukça sürükleyicidir.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
1860′ta İstanbul’da doğdu. Devrin ileri gelen isimlerinden Sami Paşa’nın oğludur. Özel öğrenim gördü. 20 yaşına kadar resmi bir görev almayıp, edebiyat konusundaki bilgilerini artırmayı tercih etti.
1880′de Evkaf Nezareti Mektubi Kalemi’ne memur oldu. Babasının ölümünden sonra da Londra Elçiliği İkinci Kâtipliği’ne atanan Sezâi, orada kaldığı 4 yıl boyunca İngiliz ve Fransız Edebiyatlarını yakından izledi. Elçilikteki görevinden İstifa ederek İstanbul’a döndüğünde İstişare Odası’na memur oldu. 7 yıl süren bu ikinci dönem memuriyetinde (1885-1901) sanatını olgunlaştırdı.
Sergüzeşt adlı romanı yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek bundan kurtulmak için Paris’e gitti ve Meşrutiyet’in ilanına kadar da orada kaldı (1908). İstanbul’a döndüğünde Madrid Elçisi olarak görevlendirildi.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Madrit’ten İsviçre’ye geçti, savaşın sonuna kadar burada kaldı. Mütareke devrinde emekli olarak İstanbul’a döndü (1921). Son yıllarında kendisine, Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla “Hidamat-ı vataniyye tertibinden” maaş bağlandı (1927) ve 26 Nisan 1936 tarihinde İstanbul’da öldü.

Teşşekür ederis...:)

OdevYorum

www.OdevYorum.Blogspot.Com

Türkiye'nin En Geniş Ödev Yorum Sitesi..

Kitap özet » Kitap Özetleri

Kitap Özeti İçin TIKLA

Orhan Seyfi Orhon’un Hayatı (Biyografisi)

ürk şair, gazeteci, yazar, milletvekili. Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının yeni alfabeye uyarlanması ve dilin sadeleştirilmesi çabalarıyla, modern kültürün yazınsal bir karaktere bürünerek halka yansıtılmasında büyük rol oynamış; hicivsel tarzını hece vezniyle mısralara dökerek, kendisiyle aynı yolu izleyen şair arkadaşlarıyla birlikte “bes-hececiler” grubu olarak anılmış ve “Milli Edebiyat”ımızın oluşturulması amacına eserleriyle destek vermiştir.

Orhan Seyfi Orhon, 23-ekim 1890 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Her ne kadar sanatla içiçe bir çocukluğu olsa da, hukuka merak saldı ve yüksek öğrenimini Hukuk Mektebi’nde tamamladı. 1914 yılında mezun olduktan sonra, Mebuslar Meclisi (Meclis-i Mebusan)’ın Kavanin Kalemi’ne memur olarak atandı.

İlk ciddi yazın çalışmalarına lise yıllarında başlayan Orhon, önceleri şiirlerinde aruz veznini kullansa da, 1911 yılında Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem’in Selanik’te çıkardığı Genç Kalemler dergisiyle önayak olduğu, Türk edebiyatının sadeleşmesi, Yeni Lisan anlayışı ve eski özgün Türk tarihi motiflerinin sanata yansıtılması görüşünü benimseyerek, hece veznine geçiş yaptı. Zamanla milli bir edebiyat akımı haline bu hareket, Türk aydınları arasında geniş kabul gördü ve sanatı halk edebiyatına yakınlaştırmak, toplumun tüm kısımları için sanat yapmak düşüncesi doğrultusunda bir eğilim ortaya çıktı.

Sosyo-kültürel açıdan önemli değişiklikler sergileyen toplumu bilinçlendirmek adına memurluktan ayrılan Orhon, fikirlerini geniş kitlelerle paylaşabileceği gazetelerde çalışmaya başladı. Orhan Seyfi’nin yazınsal sanatta aradığı şey, değişen ve sürekli gelişen yeni toplumun yeni değerlerinin tam olarak karşılığını bulacağı, ancak bir yandan da geleneksel bağlarını özünde barındırabileceği, akıcı ve rahat bir üslupla dile getirilmiş 20. yüzyıl modern söylemleriydi. İşte kendisinden sadece bir kuşak önceki aydınların hareketine desteğinin nedeni, Türkçenin ve yeni Türk edebiyatının modern motiflerle halka benimsetilebilmesi, geleneksel motiflere indirgenebilmesiydi. Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi aynı düşünceleri paylaşan arkadaşlarıyla birlikte, özellikle Milli Mücadele döneminde Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Şair ve Büyük Mecmua gibi dergiler yayınladılar; aruz veznini terk ederek, şiirlerini hece ölçüsüyle, sade bir dilde yazdılar ve edebiyat tarihine “Beş Hececiler” (Hecenin Beş Şairi) olarak geçtiler.

Ünlü şairin ilk şiirleri, diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla ortaklaşa yayınladıkları “Hıyaban” dergisinde yayınlandı. Orhan Seyfi Orhon adının geniş kitlelerce tanınır hale gelmesine, 1917 yılında, bahsi geçen Yeni Mecmua adlı dergide çıkan şiirlerinin halk tarafından çok beğenilmesi neden oldu. Hecenin beş şairinden biri olarak anılmaya başladıktan sonra ise, Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte Papağan, Çınaraltı, Güneş ve Akbaba gibi dergiler de yayınladı. Bir çeşit mizah dergisi olan Akbaba’da, Orhan Veli Kanık’ın öncüsü olduğu “Garip Akımı”nı ve bunu benimseyen şairleri alaya alan, hicivsel ve mizahi yazılar yazdı. 1919 yılında, ünlü “Fırtına ve Kar” adlı şiir kitabını yayınladı. “Fırtına ve Kar”daki aruz vezinli şiirlerinde, ritimsel bir coşkuya dönüşen akıcı ve oldukça yalın bir dil kulandı. Tarihsel folklor öğelerine de yer vererek, özgün ve yeni bir yazınsal kimlik oluşturmaya çalıştı.

kurtulus-savasi zamanında, İstanbul Hükümeti yanlısı yayınlar yapan “Aydede” adlı dergide yayınlanmak üzere şiirler ve makaleler yazdı. Aynı dönemde “Peri Kızlarıyla Çoban Hikayesi” adında şiir kitaplarını çıkardı. Bu şiirlerinde, klasik edebiyattan ayrılma isteğini kinayeli bir biçimde ifade ediyor; sosyal olayları hicivsel bir üslupla işliyordu. Ayrıca bu çalışmasında, divan şiirine özgü aruz vezni kalıplarını, modern ve sade hece ölçüsüne uyarlayarak, oldukça güzel bir dönüşüm ortaya koydu. Orhon, 1922 yılında, bu kitabındakilere yeni şiirler de ekleyerek “Gönülden Sesler” adıyla yayınladı. Daha sonraları, 1964 yılında, Yusuf Ziya Ortaç, bu kitaptaki aruz vezinli şiirleri “Kervan”, hece vezinli olanları ise yine “Gönülden Sesler” adıyla tekrar yayınladı.

Edebi faaliyetlerini şiirin yanı sıra, mizah ve makale yazılarıyla da sürdüren Orhon, 1922′den 1946 yılına kadar olan süreçte Milliyet, Tasvir-i Efkar, Cumhuriyet, Ulus, Zafer ve Havadis gibi gazeteler için yazdı. Bir Milli Mücadele dönemi şairi olarak, sosyal konulara olan ilgisini pratik hayata da aktarmaya karar verdi ve 1946 yılında cumhuriyet-halk-partisi’nin Zonguldak milletvekili olarak meclise girdi. 1950′de sona eren görevi sonrasında, gazetelerde yazmaya devam etti. 60′lı yılların başında, siyasi hayatını Adalet Partisi’nde sürdürmeye karar vererek, 1965 seçimlerine bu partiden adaylığını koydu ve kazandı. 1969′dan sonra siyaseti bıraktı.

Siyasetle birlikte, yazınsal çalışmalarını da sürdüren Orhon, 1941 yılında eski şiirlerinin de yer aldığı “O Beyaz Bir Kuştu” adlı kitabını çıkardı. Zarif ve ince anlatımıyla, nesirler de yazdı ve kitaplarında bunlara da yer verdi. 1944 yılında “Çocuk Adam” isminde bir de hikaye kitabı yayınladı.

1953′de ise, “İstanbul Fethi” adlı şiir kitabında, aruz veznine modern bir form vererek, sekizer beyitlik dört manzume şeklinde yazdı. Çocuk edebiyatına yönelik çalışmalar da yapan Orhan Seyfi, 1962 yılında “İşte Sevdiğim Dünya” ile yeni şiir anlayışına duyduğu özlemi dile getirdi. Gazetelere makaleler yazmasının yanı sıra, mizaha da yöneldi. “Son Havadis” adlı gazeteye bu türden yazılar ve fıkralar yazdığı dönemde, 22-agustos 1972 tarihinde hayata veda etti.

Şiirlerinde çocuksu bir romantizmin etkisine rastlanılan Orhan Seyfi Orhon, genellikle aşktan bahsetmiştir. Yaşanmışlıklardan çok, hayali dünyada beslenmiş, şekillendirilmiş, gerçek dünyadan kopuk aşkı, doğal güzelliklerin melankolisiyle, romantik bir havada işlemiştir. Zamanın kötü koşulları çerçevesinde, belirsizliklerin getirdiği karamsar düşünceleri, aşka sığınarak dağıtmaya çalışmıştır.

ESERLERİ

ŞİİR:

Fırtına ve Kar (1919) Peri Kızı ile Çoban Hikayesi (1919) Gönülden Sesler (1922) O Beyaz Bir Kuştu (1941) Kervan (1946) Hicivler (1950) İşte Sevdiğim Dünya (1965)

DÜZ YAZI:

Fiskeler (1922) Asri Kerem (1942) Dün Bugün Yarın (1943) Kulaktan Kulağa (1943)

Gençlere Açık Mektup (1951) Düğün Gecesi (1957)

OgrenciFrm

www.OgrenciFrm.Blogcu.Com

SİTEYE TIKLA TÜRKİYE'NİN EN GENİŞ KİTAP ÖZET PLATFORMU..

Oscar Wilde’nin Hayatı (Biyografisi)

Ünlü İrlandalı yazar ve şair Oscar Wilde, 16-ekim 1854′te Dublin’de ailesinin ikinci çocuğu olarak doğdu. Babası, dönemin ünlü doktorlarından William Wilde, annesi, İrlanda’nın ingiltere’den bağımsızlığını savunan devrimci şiirleriyle dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee idi.

Wilde’ın üçü gayrımeşru, beş kardeşi vardı. Kendisinden üç yaş küçük kız kardeşi Emily’nin henüz on yaşındaki ölümü, Wilde’ın çocukluk döneminin en sarsıcı olayı oldu. Ünlü yazar, kardeşinin saçlarından bir tutamı ömrünce üzerinde taşıdığı küçük bir zarfta saklayacaktı.

Wilde’ın öğrenim dönemi çeşitli burslar kazanmasını sağlayan başarılarla geçti. 1874′te Oxford Magdalen College’den mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışmaya başladı.

1878′de Ravenna adlı şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazandı ve bir yıl sonra Londra’ya yerleşti. 1881′de Poems (Şiirler) adlı ilk kitabı basıldı.

Aynı yıl, estetik konferansları vermek üzere abd’ye geçti. Başlangıçta dört ay olarak planlanan elli konferanslık dizi yaklaşık bir yıl sürdü ve kanada’dakilerle birlikte Wilde, dokuz aylık bir süre içinde yüz kırkın üzerinde konferans verdi. Bu dönemde Amerikalı yazar ve şairler Henry Longfellow, Oliver Wendell Holmes ve Walt Whitman’la tanıştı ve bir yıl sonra new-york’ta sahnelenecek olan Vera adlı oyununu düzenledi.

Kuzey Amerika dönüşü üç yıl paris’te kaldı. 1883′te Duchess of Padova (Padova Düşesi) adlı oyunu yazdı. 1884′te Constance Lloyd’la evlendi. İki yıl içinde bu evlilikten iki erkek çocuk sahibi oldu.

1887′de Woman’s World Dergisi’nin editörlüğünü üstlendi. Aynı yıl Dünyanın Tek Gerçek Hayaleti’ni (Canterville Hayaleti) kaleme aldı. Bundan sonraki altı yıl, Wilde’ın yazarlık hayatının en verimli dönemi oldu. Çocuk öykülerinden oluşan iki kitap, 1890′da bir Amerikan dergisinde yayınlanan tek romanı Dorian Gray’in Portresi, A Woman of No Importance (Önemsiz Bir Kadın), An Ideal Husband (İdeal Bir Koca) ve The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) adlı oyunları bu dönemde yayınlandı.

“Dorian Gray’in Portresi”, 1891′de kitap haline getirildi ve içerdiği homoerotik öğeler, şiddetli tepkilere yol açtı. Aynı kitap daha sonra Wilde’ın kaderini belirleyecek davalarda kanıtmışçasına kullanıldı. Bununla birlikte aynı dönemde yazılan oyunları büyük beğeni topladı ve onu zamanının en önemli oyun yazarlarından biri haline getirdi.
Oscar Wilde, 1891′de Queensberry Markisi’nin üçüncü oğlu, üniversite öğrencisi Lord Alfred (Bosie, Douglas)la tanıştı. Kısa süre içinde çift dört yıl sürecek bir aşk yaşamaya başladı.

1895′te Wilde, oğlunun kendisiyle ilişkisini tasvip etmeyen ve kendisine kamu önünde hakaret eden Queensberry Markisi’ni iftira suçlamasıyla dava ettiyse de bir süre sonra davayı geri aldı. Ancak Marki’nin Wilde aleyhine açtığı dava, yazarın “gayrıtabii davranışlar”dan iki yıl kürek cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. Tutuklanmasıyla birlikte evinde bulunan her şey 25 şilinlik bir bedelle satıldı.

Yazarın torunlarından birinin deyişiyle; “Krallık, çağının kibirli ikiyüzlülüğüne meydan okumaya cesaret etmiş parlak ve öfkeli bir hayatın yirmi yılını sembolik olarak kendisinden koparmıştı.”

1897′de hükümlülüğü sırasında sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşan De Profundis’i derledi ve aynı yıl serbest bırakıldı. Hayatının kalan kısmında Sebastian Melmoth adını alarak avrupa’nın çeşitli ülkelerinde amaçsızca dolaştı; bu arada mahkumiyetinin geçtiği yerin adını taşıyan Reading Zindanı Baladı’nı yayınlandı.

Wilde, bir süreliğine Alfred Douglas’la yeniden bir araya geldiyse de, birliktelikleri çok kısa sürdü. Tutuklanmasından sonra eski aile adlarından biri olan “Holland”ı soyadı olarak alan eşi, çocuklarını alarak isvicre’ye göçmüş ve 1898′de orada ölmüştü. Oscar Wilde, 30-kasim 1900′de Paris’te öldü ve Pere Lachaise Mezarlığı’nda gömüldü.

Müjdat Gezen’in Hayatı (Biyografisi)

Türk tiyatro ve sinema oyuncusu, şair, yazar, oyun yazarı. Türk tiyatro ve sinema tarihine çeyrek asırlık sanat geçmişiyle hizmet etmiş olan Gezen, mizah ve güldürü türünde akla gelen ilk isimlerden biridir. Özellikle “Azmi” ve “Darbukatör Baryam” tiplemeleriyle hafızalara kazınan usta oyuncu, devlet ya da herhangi bir kurumdan yardım almaksızın, tamamen kişisel birikimleriyle kurduğu, ücretsiz hizmet veren Müjdat Gezen Sanat Merkezi ve yine kendi adını taşıyan tiyatroyla, turkiye’deki gösteri sanatlarının gelişimine ve yeni yeteneklerin ortaya çıkmasına büyük katkı sağlamaktadır.

Müjdat Gezen, 29-ekim 1943 tarihinde İstanbul’un Fatih semtinde, eski trt müzisyenlerinden Necdet Gezen ile Macide Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Oyunculuk yeteneğinin farkına varan ilkokul öğretmeninin zoruyla ilk defa 1953 yılında, “Küçük Çiftçiler” adlı bir ilkokul piyesiyle sahnelere adım attı. Sanatın diğer dallarıyla da alakalı olan küçük oyuncunun yazdığı şiirler de, aynı yıl Doğan Kardeş adlı çocuk dergisinde yayımlandı. İlerleyen yıllarda, İstanbul Radyosu bünyesinde kurulmuş olan Çocuk Klübü korosuna katılarak, şarkı söylemeye başladı.

Eğitim hayatına başladığı Hırka-ı Şerif İlkokulu’ndan mezun olduktan sonra orta öğrenimine Karagümrük Ortaokulu’nda devam eden Gezen, ikinci sınıfta ardarda iki defa kalınca, babası tarafından birçok sosyal faaliyetten men edildi. Gezen’in en ağırına gidense, konulan tiyatro yasağı olmuştu. Çünkü o dönemlerde, bir yandan amatör tiyatro topluluklarına katılıyor ve çeşitli oyunlarda rol alıyordu. Bu cezaya razı gelmek istemeyen küçük Gezen’le bir anlaşma yapan baba Necdet Bey, okulu daha fazla fire vermeden bitirmesi durumunda, kendi eliyle onu tiyatroya yazdıracağı sözünü verdi oğluna.

Ortaokulun arından lise öğrenimi için, dönemin birçok ünlüsüne eğitim vermiş ve Türkiye’de ilk defa ders dilini Türkçeye çevirmiş okul olan Vefa Lisesi’ne giden Gezen, Uğur Dündar ve Kemal Sunal ile burada tanıştı ve arkadaşlıkları uzun yıllar boyunca devam etti. 1959 yılında, 16 yaşındayken, sahne sanatlarına duyduğu ilgiyi ve yeteneğini görmezden gelmeyen ve anlaşmaları uyarınca sözünü tutan babası Necdet Bey, onu İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’na yazdırdı ve arkadaşı olan sahne amiri Kemal Tözem’e emanet etti. Böylece, 1960 yılında profesyonel oyunculuk hayatına adım atmış olan Gezen’in kariyeri, bu dönemden sonra hızlı bir yükselişe geçti.

Gezen, 1961 yılında, İstanbul Belediyesi Konservatuarı’nın açtığı sınavı kazanarak Tiyatro Bölümü’ne girdi ve eğitiminin yanı sıra burada sahnelenen oyunlarda rol almaya başladı. Ertesi yıl, yönetmenliğini Yılmaz Atadeniz’in yaptığı “Yedi Kocalı Hürmüz” filmi ile ilk defa kamera önüne geçti. Sonrasında, 1963 yılında, Muammer Karaca ve Münir Özkul tiyatrolarında oyunculuğa devam ederek, kamudan özel sektör sahnelerine adım attı. Aynı yıllarda, şiirleri ve bazı amatör tiyatro oyunları çeşitli kültür-sanat dergilerinde yayımlandı.

1964 yılında askerlik görevini yerine getiren Gezen, bu dönemde oyun yazarlığına ağırlık verdi. 1966′da ise, Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda rol almaya başladı. Aynı dönemde, “Denizciler Geliyor” adlı komedi filminde oynadı. Ertesi yıl, kendisi gibi oyuncu arkadaşlarıyla biraraya gelerek “Halk Oyuncuları” adlı bir oluşuma imza attı. Profesyonel oyunculuk yaşamının sekizinci yılında, 1968′de, ilk defa kendi adını taşıyan özel tiyatrosunu kurdu. Öte yandan da İstanbul Tiyatrosu’nda rol almaya devam etti. Aynı yıl, Güzin Hanım’la hayatını birleştirdi ve bu evlilikten iki yıl sonra Elif adını verdikleri bir kızı dünyaya geldi. 1969′da “Berduş” ve 1970 yılında da “Kara Gözlüm” adlı sinema filmlerinde rol alarak beyaz perdede boy gösterdi. Bu dönemde, Uğur Dündar ve Perran Kutman’la birlikte, izleyici tarafından çok büyük ilgiyle karşılanan televizyon programları hazırladı. Bu ilginin nedeni ise, ülkenin sosyal durumuna yönelik eleştirel bakış açısını, komedi unsurlarıyla birleştirerek işlemesiydi.

Hayat görüşü, tiyatro oyunculuğu, yaşamı ile ilgili birçok kitap kaleme almış olan Müjdat Gezen, ilk kitabını 1975 yılında yayımladı. Savaş Dinçel’le birlikte yazdığı, “Çizgilerle Nazım Hikmet” adlı kitap, dönemin çalkantılı siyasi ortamının, düşünce özgürlüğüne yönelik olumsuz yansımalarından nasibini aldı ve Gezen tutuklanarak cezaevine girdi. Ancak bu durum, onun yazmasına ve üretmesine engel olmadı. 1982′de, kendi yayınevini kurarak, yazdığı kitapları buradan yayımlamaya başladı. Bu dönemden başlayarak uzun yıllar, İstanbul Belediye Konservatuarı ile İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğretmenlik yaptı ve Türk Tiyatrosu derslerine girdi. Ayrıca, 1980 yılında, ünlü meddah üstadı İsmail Dümbüllü adına her yıl düzenli olarak verilecek bir tiyatro ödülü oluşturdu.

Yine 1982′de, o dönemler üniversitede öğretim görevlisi olan güldürü üstadı Kandemir Konduk’la biraraya gelerek, “Güldürü Üretim Merkezi”ni (GÜM) kurdu. Televizyon programlarından tiyatro sahnelerine, gazetelerin ve dergilerin güldürü sayfalarına kadar birçok alanda hizmet veren GÜM, bu faaliyetlerinin yanı sıra, birçok genç mizah yazarına da kapılarını açtı ve onların kariyerlerine önemli katkılarda bulundu. Aynı zamanda, Türkiye’nin gündemini belirleyen belli başlı birtakım gazetelerin de mizah sayfalarının koordinatörlüğünü yapan Gezen, 1981 ve 1983 yıllarında, çok beğenilen “Gırgıriye” adlı seri filmlerde rol aldı ve canlandırdığı “Darbukatör Baryam” tiplemesiyle hafızalara kazındı. 1984′de “Gülümseyen Dünya” ve 1986′da “Kobay” adlı filmlerin çekimi için bu defa kamera arkasına da geçen usta oyuncu, sinema çevrelerinin görüşüyle paralel bir şekilde, kendini yönetmenlik konusunda başarılı bulmadı. Kısa süren ilk evliliğinin ardından Gezen, 1988′de ikinci kez Leyla Turgut’la nikah masasına oturdu

1991 yılına gelindiğinde, tüm malvarlığını satmasının yanı sıra, büyük bir borç yükünün altına girerek, İstanbul Kadıköy’de satın aldığı eski bir köşkü restore ettirerek “Müjdat Gezen Sanat Merkezi”ni (MSM) kurdu. Ekranlarda ve sahnelerde gördüğümüz birçok başarılı yeni yeteneği bünyesinden çıkaran bu sanat merkezinin en güzel yanı, eğitimin ücretsiz olmasıydı. Ancak, o dönemlerde ücretsiz okul açmak yasak olduğu için, bu teşebbüsü nedenyile Gezen, iki yıl boyunca hapis cezasıyla yargılandıysa da sonunda beraat etti ve okul da ücretsiz eğitim vermeyi sürdürdü. 1992 yılında, MSM bünyesinde “MSM Ormanı”nı kurarak, başarılı bir sosyal projeye daha imza attı. Sanat yaşamı boyunca “Hamlet”i canlandırmak istemiş olan oyuncu, rol aldığı üç oyunda da figüranlıkla yetinmek zorunda kalsa da, 1995′de kaleme aldığı “Hamlet Efendi” oyunuyla ödüle layık görüldü ve bu oyun Devlet Tiyatroları’nda sahnelendi.

1996 ile 1998 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde mizah yazıları ve fıkralar yazan Gezen, 1997 yılında ise, Devlet Tiyatroları’nda oyun yönetmenliği yaptı. Bu dönemde yönettiği oyunlardan “Babam”, ödüllendirildi. 1998 yılına gelindiğinde, yine oldukça yüklü bir maddi külfet altına girerek, ilk defa kendi adıyla özel bir tiyatro kurma hayaline kavuştu. 2000 yılında, “Bir Milyara Bir Çocuk”, “Gerçek Niyazi” ve 2001′de “Hırsız” gibi televizyon yapımlarında rol aldı. Aynı yıl, yine MSM bünyesinde, eski sinema ve tiyatro emektarlarının geri kalan hayatlarını daha sağlıklı ve huzurlu bir ortamda geçirmesi amacıyla bir huzurevi açtı. 2002′de, “Abdülhamit Düşerken” ve “Papatya ile Karabiber” adlı sinema yapımlarında yer alan Gezen, büyük beğeni toplayan “Cennet Mahallesi” adlı komedi dizisinde de, “Darbukatör Baryam” tiplemesini anımsatan “Yunus Baba” karakteriyle ekranlarda göründü.

Yaklaşık 50 yıllık sanat hayatı boyunca, yüz kadar sinema filminde, elli civarında tiyatro oyunuyla binden fazla radyo ve TV skecinde yer alan Müjdat Gezen, görsel sanatların yanı sıra, yazın çalışmalarıyla da gündeme gelmiş ve 38 tane kitap kaleme almıştır. Bu kitapların dokuzu üniveristelerde yardımcı ders kitabı olarak okutulmaktadır. Özellikle Aziz Nesin’i anlattığı “Ç.Arkadaşım Aziz Nesin”, “Ustalarım”, “İkibuçuk Lira İçin”, “Komikler Ağlamaz”, “Eşeğin Karnındaki Elmas”, “Bir Bulut Olsam”, “Şiirim Geldi Bırakın Beni” (şiir kitabı), “Artiz Mektebi”, “Oyunculuk Eğitimi”, “Oyuncunun El Kitabı”, “Galiba Ben Sanatçıyım” yazdığı kitaplardan bazılarıdır. “Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur / Müjdat Gezen Kitabı” da Halit Kıvanç tarafından kaleme alınmıştır. 25′in üzerinde tiyatro oyunu, 8 sinema filmi ve 5 TV dizisinin de yönetmenliğini üstlenmiştir. Aşırı derecede simetri, denge ve hastalık takıntısı vardır.

Faruk Nafiz Çamlıbel’in Hayatı (Biyografisi)

Türk şair, oyun yazarı, gazeteci, siyaset adamı. “Milli Edebiyat”a dönüş sürecinden etkilenerek divan edebiyatı yazım kalıbı olan aruz veznini terk etmiş; bu dönüşüme destek vermek amacıyla “Hecenin Beş Şairi”nden (bes-hececiler) biri olmuştur. Yazın çalışmaları şiirden ibaret kalmamış; sanattan yoksun bırakılmış halka yönelik oyunlar kaleme almış ve eserlerinde gerçekçi bir lirizm ortaya koymuştur. Yeni Lisan anlayışıyla gelişim sürecinde olan Türkçenin bilhassa anadolu yöresinde yaygınlaşması için çalışmış; bir Milli Mücadele dönemi şairi olarak, Cumhuriyetin 10. kuruluş yıldönümü için Behçet Kemal ile birlikte, “10. Yıl Marşı”nı mısralara dökmüş ve Türk milletine armağan etmiştir.

Faruk Nafiz Çamlıbel, 18-mayis 1898 tarihinde, Orman ve Maadin Nezareti memuru Süleyman Nazif’in oğlu olarak, İstanbul’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimi için Bakırköy Rüştiyesi ile ardından Hadika-i Meşveret İdadi’sine gönderildi. Henüz lise yıllarındayken şiirler kaleme almaya başlayan Çamlıbel’in “Eserlerimin Ruhu” adıyla yayımlanan ilk şiiri, 1913 yılında Peyam gazetesinin edebiyat ekinde yer aldı. Ertesi yıl, “Saat” adlı manzumesi Çocuk Dünyası dergisinde yayımlandı.

Yüksek öğrenimine İstanbul Darülfünun’u Tıp Fakültesinde devam ederken, 1917 yılında aldığı bir teklif üzerine eğitimini yarıda keserek, Ati gazetesinin yazı işleri bölümünde çalışmaya başladı. Cenap Şahabettin ve özellikle de Yahya Kemal Beyatlı’dan ve dolayısıyla Servet-i Fünun akımından oldukça fazla etkilenen Çamlıbel, ilk şiirlerini aruz vezniyle kaleme aldı. Ancak sonraları, Milli Mücadele döneminin aydınlara verdiği yenilikçi ilhamdan yola çıkarak, Türkçenin yalınlaşması, yabancı kelimelerden ve kalıplardan uzaklaşılması düşüncesini benimseyerek hece vezniyle yazmaya başladı. Milli edebiyatın oluşabilmesi, geliştirilebilmesini misyon edindi ve Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi Yeni Lisan’cılarla birlikte, Türk edebiyat tarihinde “Beş Hececiler” adıyla anılır oldu. 1918 yılında yayımlanan, “Şarkın Sultanları” adlı ilk şiir kitabıyla, edebiyat camiasında tanınır hale geldi.

1919 yılında ise, ikinci kitabı “Dinle Neyden”i çıkardı ve adını geniş kitlelere duyurma fırsatı yakaladı. Oldukça verimli bir şair olan Çamlıbel, aynı yıl “Gönülden Gönüle”yi yayımladı. Aynı zamanda, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının gelişmesinde büyük rolü olan çeşitli dergi ve gazetelerde çalıştı. Gençlik yıllarında aruz vezniyle yazdığı şiirlerinin de basıldığı, İleri (1917-18), Yeni Mecmua (1918), Şair (1918-19), Ümid (1919-1921), Edebi Mecmua (1919), Nedim (1919), Temaşa (1920), Yarın (1921-1922) ve daha birçok yayın organında yer aldı.

1921 yılında, kurtulus-savasi’nın melankolik sosyal havasından etkilenerek, bir aydın olarak, ancak halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesine yardım etmek suretiyle mücadeleye en faydalı şekilde destek verebileceğini düşünerek, öğretmenlik yapmak istedi. İlk görev yeri, Kayseri’ydi. Bu sayede Çamlıbel, Anadolu’da cereyan eden gerçek savaşın içine girmiş oldu ve soluduğu bu yerel havayı ileriki eserlerinde işledi. Ünlü şiiri “Han Duvarları”nı ve daha pekçok eserini bu duygu yoğunluğu içerisinde kaleme aldı. Anadolu köylüsünün savaş, eğitimsizlik, yoksulluk sebebiyle yüzyüze geldiği acıların ilk defa tiyatro sahnesinde gözler önüne serildiği “Canavar” (1924-1926) adlı lirik tiyatro oyunu da, şairin realist bakış açısıyla aynı yıllarda satırlara döktüğü, önemli eserleri arasındaydı.

1924′te ankara İlköğretim Okulu’na tayin edildikten sonra, 1932 yılına kadar, edebiyat öğretmenliği görevini Ankara’da sürdürdü. Yeni devletin yapılandırılması için yoğun şekilde faaliyet gösteren siyaset çevrelerine yakınlaşması nedeniyle, bu alana ilgi duymaya başladı. Başkentte geçirdiği yıllar boyunca, sevilen şiirlerini “Çoban Çeşmesi” (1926), “Suda Halkalar” (1928) gibi kitaplarda toplayarak yayımladı. 1932′den sonra görevine İstanbul’da devam eden ünlü şair, Vefa Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi ve ardından Amerikan Koleji’nde bulundu. Bu dönemde, “Akın ve Özyurt” (1932) gibi tanınmış tiyatro oyunun yanı sıra, “Onuncu Yıl Marşı”nı (Behçet Kemal’le birlikte - 1933), “Bir Ömür Böyle Geçti” (1933) derleme şiir kitabını ve Atatürk’ü konu alan “Kahraman”(1933) adlı oyununu yazdı. Ertesi yıl, sevdiği şiirlerini biraraya getirdiği “Elimle Seçtiklerim” adlı derleme kitabını yayımladı. 1936′da ise, ilk roman çalışması olan “Yıldız Yağmuru”nu kaleme aldı. Bu eserini takip eden yıllarda “Akarsu” (1937), “Akıncı Türkleri” (1938), “Tatlı Sert” (1938) ve “Yayla Kartalı” gibi, yeni şiirlerinin yer aldığı kitapları basılan Çamlıbel, sanatçı kimliğini terk etmeksizin, siyasette aktif rol almaya karar verdi.

1946 seçimlerine, demokrat-parti’den katıldı ve İstanbul ilinden milletvekili seçildi. 27-mayis 1960 tarihindeki ihtilale kadar görevini aralıksız sürdüren Çamlıbel, darbe sonrasında diğer birçok DP milletvekiliyle birlikte suçlu bulunarak tutuklandı ve Yassıada’daki cezaevine gönderildi. 15 ay tutuklu kalmasının ardından, aleyhine açılan davalardan beraat ederek serbest bırakıldı. Sonrasında, Arnavutköy’deki evinde inzivaya çekilen şair, Yassıada’da geçirdiği zaman içerisinde yazdığı “Zindan Duvarları”nı 1967 yılında, “Han Duvarları”nı ise 1969 yılında yayımladı.

Şair, 8-kasim 1973 tarihinde çıktığı yurt gezisinde, Akdeniz sularında seyreden Samsun vapurunda hayatını kaybetti. “Çamdeviren”, “Deli Ozan” gibi mahlaslarla mizah şiirleri de kaleme almış olan Çamlıbel, Anayurt adlı bir de dergi çıkarmıştır. Milli edebiyatımızın kaydettiği ilerlemeyi Anadolu’ya yansıtmaya çalıştığı gibi, Anadolu’nun sıkıntılarını da edebiyatla dile getirmeye çalışmıştır. Her ne kadar eski bir İstanbul beyefendisi olsa da, ülkenin geri kalmış yörelerini görmezden gelmemiş; ince bir sanatçı hassasiyetiyle bu sorunların temeline inmiştir. Şiir ve manzum oyunların yanı sıra, çocuk piyesleri de yazmıştır.

ESERLERİ

Şiir : Şarkın Sultanları (1919) Gönülden Gönüle (1919) Dinle Neyden (1919) Çoban Çeşmesi (1926) Suda Halkalar (1928) Bir Ömür Böyle Geçti (1933) Elimle Seçtiklerim (1934) Akarsu (1937) Tatlı Sert (Mizah Şiirleri, 1938) Akıncı Türküleri (1938) Heyecan ve Sükûn (1959) Zindan Duvarları (1967) Han Duvarları (Seçme Şiirler, 1969)

Oyun : Canavar (1925) Özyurt (1932) Akın (1932) Kahraman (1933) Yayla Kartalı (1945)

Roman : Yıldız Yağmuru (1936)

Abdülhak Hamit Tarhan’ın Hayatı (Biyografisi)

Tanzimat sonrası Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden olan Abdülhak Hamit Tarhan; Recaizade Mahmut Ekrem, Namık Kemal ve Ebüziyya Tevfik gibi isimler ile birlikte yeni, batıya yönelik Türk Edebiyatı’nın kurucularından oldu.

Abdülhak Hamit Tarhan, 2 Ocak 1852′de İstanbul’da doğdu. Dededen gelen soylu bir ailenin çocuğu olan Abdülhak Hamit Tarhan’nın dedesi Abdülhak Molla, II. Mahmut ve Abdülmecit’in hekimiydi. Babası Hayrullah Efendi ise tarihçi ve diplomattı.

Abdülhak Hamit Tarhan ilk eğitimine, Evliya Hoca, Behaeddin Hoca ve Tahsin Efendi gibi özel hocalardan aldığı derslerle başladı. Ardından Bebek Köşk Kapısı’ndaki Mahalle Mektebi’ne ve daha sonra Rumelihisar Rüştisine gitti. 1863 yılında henüz 11 yaşındayken ağabeyi Nasuhi Bey ile Paris’e giderek eğitimine burada devam etti. Özel bir okulda okuyan Abdülhak Hamit, bu sayede Fransızcasını geliştirdi. Babasının da Paris’e gelmesinden kısa bir süre sonra 1865 yılında İstanbul’a döndü. İstanbul’da Fransız Okuluna devam ederken bir yandan da Babıali’de tercüme odasında çalışıyordu.

1866 yılında babasının İran’a Tahran Büyükelçiliği’ne tayin edilmesi yüzünden babasıyla İran’a gitti. Babası 1867 yılında vefat edene kadar burada kaldı. İstanbul’a döndükten sonra Maliye Mühimme Kalemi’ne girdi. Maliye Kalemi’nde döneme edebiyat alanında damgasını vurmuş olan Recaizade Mahmut Ekrem ile tanışma fırsatı buldu. Bu dönem Sami Paşa’nın Hafız Divanı’nın okudu ve Tahran’daki hayatını anlatan “Macera-yı Aşk” adlı ilk eserini yazdı. Kısa sürede Şura-yı Devlet ve Sadaret Kalemi’ne yükselen Abdülhak Hamit, 1871 yılında Fatma Hanım’la evlendi. Bu dönem ilk şiirlerini yazmaya başladı.

1876 yılında Paris Büyükelçiliği’nde İkinci Katipliğe atandı ancak iki yıl sonra, zalim bir hükümdara başkaldırıyı anlatan “Nesteren” adlı oyunu yüzünden görevden alındı. Ardından 1881′de Gürcistan’daki Poti, 1882′de Yunanistan’daki Golos ve 1883′de Bombay Başkonsolosluklarına atandı. Hayatındaki en önemli olaylardan biri Bombay’dan dönerken uğradıkları Beyrut’ta eşi Fatma Hanım’ı kaybetmesi oldu. Bu ölümün etkisiyle ünlü şiiri “Makber”i yazdı.

1886 yılında Londra Büyükelçiliği’ne Başkatip olarak atandı. Burada kaldığı süre içinde ikinci eşi Nelly ile tanıştı ve evlendi. 1895 yılında Lahey elçiliğine getirildi. Ardından kısa bir süre sonra Brüksel’e tayini çıktı. Eşinin rahatsızlanması üzerine 1900′da İstanbul’a döndü.

1911 yılında ikinci eşi Nelly’nin ölümünden sonra, burada Cemile Hanım ile evlendi. Ancak bu evlilik 20 gün kadar sürebildi. 1912′de Belçika asıllı Lüsyen Hanım’la evlendi. İstanbul’da iken Meclis-i Ayan üyesi olan Abdülhak Hamit Tarhan, 1920′de İstanbul’un işgal edilmesi ile birlikte Viyana’ya kaçtı.

Viyana’da sıkıntılı günler geçiren yazarı, Ankara Hükümeti geri getirmek için çabalara başladı. İstanbul’a Hükümet sayesinde döndükten sonra Maçka’da bir eve gerleştirildi ve kendisine maaş bağlandı. 1928′de İstanbul Milletvekili seçildi ve 12 Nisan 1937′de İstanbul’da vefat edenek den bu görevi sürdürdü. Naaşı Zincirlikuyu’ya defnedildi.

Batılılaşmanın en büyük isimlerinden olan Abdülhak Hamit Tarhan, “Şair-i Azam” olarak bilinirdi. Hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirmiş ve Avrupa Edebiyatı’ndan oldukça etkilenmiştir. Kurallara uymayan, Batı edebiyatında gördüğü her yeniliği, Türk Edebiyatı’na da getirmiş ve “Divan Şiiri”nin bitiricilerinden olmuştur. Sanatından romantik öğelere ağırlık vermiştir. Vezin, kafiye ve dile pek önem vermemiş, lirizmi ön plana çıkarmıştır.

Tanzimat sonrası bütün edebi ve siyasi devrimleri edebiyatına katmıştır. İlk eserlerinde Tanzimat ekolünün etkisinde kalmış, daha sonra Batı edebiyatını daha yakından tanıyınca klasik edebiyattan tamamen ayrılmıştır.

ESERLERİ

Şiir:
Sahra (1879)
Ölü (1886)
Hacle (1886)
Bir Sefilenin Hasbihali (1886)
Bâlâ’dan Bir Ses (1911)
Validem (1913)
İlham-ı Vatan (1918)
Tayflar Geçidi (1919)
Ruhlar (1922)
Garâm (1923)

Oyun:
İçli Kız (1874)
Sabr ü Sebat (1875)
Duhter-i Hindu (1875)
Nazife yahut Feda-yı Hamiyet (1876, 1919)
Tarık yahut Endülüs Fethi (1879, 1970)
Eşber (1880, 1945)
Zeynep (1908)
Macera-yı Aşk (1910)
İlhan (1913)
Tarhan (1916)
Finten (1918, 1964)
İbn Musa (1919, 1928)
Yadigar-ı Harb (1919)
Hakan (1935)

Çalıkuşu Kitap Özeti - Çalıkuşu Roman Özeti - ÇalıKuşu Özeti

Bu romanda idealist bir aydın ve öğret­men olan Feride’nin kişiliğinde, yeni bir kadın tipini yaratmak istemiştir Reşat Nuri Güntekin. Çalıkuşu, Anadolu’ya bilinçli eğilen ilk romandır, istanbullu genç bir kız Feri­de’nin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapması, Cumhuriyet kızlarını öğretmenliğe özen­dirmiştir. Roman günlük konuşma diliyle yazılmıştır. Rahat bir anlatım kullanılmıştır. Teyzesince yetiştirilen Feride, bir Fransız oku­lunda okumaktadır. Bu arada teyzesinin oğlu Kamuran’la birbirlerini severek nişanlanırlar. Fakat, nişanlısının başka bir ilişkisini öğrenir. Öğretmenlik için başvurarak İstanbul’u terkeder. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yaparken güzelliği, dedikodulara neden olur. Kuşadası’nda karşılaştığı Doktor Hayrullah Bey’le kağıt üzerinde evlenir. Gerçekte baba-kız ilişkisi söz konusudur. Feride’nin günlüğü­nü bulan Hayrullah Bey, ölümünden sonra Feride’ye teyzesine gitmesini söyler. Kapalı bir zarfla her şeyi açıkladığı mektubu, Kamuran’a iletmesi İçin ona verir. Kamuran, gerçeği öğrenir ve evlenirler.

Çakıl taşı ve İnci

Denizin dalgalarının kıyıyı okşadığı sahillerin birinde bir çakıl taşı varmış. Hergün güzelim dalgaların sesini dinler mest olurmuş. Öyle bir ahenkle müzik söylermiş ki dalgalar onları dinleyince ayrı alemlere gidermiş.

Bir gün çakıl taşının yanına güzel dalgalar bir hediye paketi bırakmışlar. Bu hediye bir midyeymiş. Midye çakıltaşının denizi görmesini biraz engelliyormuş. Çakıl taşı bu duruma üzülmemiş. gel zaman git zaman bir akşam midye kabuğu hafif ikiye ayrılmış.

Ay ışığında içindeki inci parıl parıl güzelliğini göstermeye başlamış. Çakıl taşının gözleri kamaşmış. Bütün gece ona hayran hayran bakmış. Güneş doğunca bir martı ayağıyla midyeyi ikiye ayrılmış. İncinin güzelliği bütün bütün ortaya çıkmış. Çakıl taşı, inciye bakmış. İnci:

-Ne zorlukları aştım, sabırla. Midyenin içine bir kum tanesi olarak girdim. Kozanın içindeki tırtıl gibi, çamuru yiyen fidan gibi sabırla geldim, bugünlere.
Sahilde dolaşan bir insan inciyi görmüş ve almış eline:

- Yaşasın! Ne güzel bir kolye olur, bu. Güzelliklere güzellik katar demiş. İnsan, inciyle beraber uzaklaşmış. Çakıl taşı da onlar kaybolana kadar onlara bakmış. Yine dalga seslerine kulak vermiş, gözlerini ufka çevirmiş. Yine eskisi gibi güneşin doğuş ve batışını seyredebilmiş.

Beyaz Diş Kitap Özeti - Beyaz Diş Roman Özeti - Beyaz Diş Özeti

ÖZET : Kuzeyde ıssız bir ormanda Bill ve Henry adında iki insan yaşam savaşı veriyordur. Yanlarında zengin bir adamın cesedinin bulunduğu bir tabut vardır. Kızaklarını yedi sekiz kurt köpeği çekiyordur.

Gece olunca Şişko ve diğer köpekler aç kurtlara yem olmaya başlar. Kurt sürüsünden dişi olanı bu köpeklerin dikkatini çekiyor, onları tuzağa düşürüyordur. Bill bu kaybolmalara daha fazla dayanamayıp kurt sürüsünü öldürmek için ormanın derinlerine gider ama başarısız olur ve orada can verir. Henry kendini korumak için ateş yakar ve içine girer. Ateş sönmeye başlasa da başka kızaklı adamlar geldiği için dişi kurt ve sürüsü kaçar. Ancak açlıktan dolayı bu yolu gitmek vakit geçtikçe zorlaşır. Sonunda sadece dişi kurt, Tek Göz ve genç kurt kalır. Tek Göz ve genç kurt dişi kurtla birlikte olabilmek için öldüresiye kavga ederler. Bu mücadeleyi Tek Göz kazanır. Dişi kurtla beş yavru yaparlar. Ancak kıtlık döneminden dolayı sadece bir tanesi hayatta kalır. Bu yavru kurt mağaranın dışındaki olayları hep merak etmektedir. Bu arada Tek Göz bir kavgaya yenik düşer ve ölür. İlk başta yavru, anasının sözünden çıkmaz ama daha sonra mağaradan çıkar ve avlanmaya başlar. Kıtlık zamanı tekrar gelince annesi sonunda güçlü bir vaşakla dövüşür ve vaşağın yavrusunu yemek amacıyla mağaraya getirir. Ancak vaşağın annesi olayın peşini bırakmayarak onların mağarasında gelir ve saldırır fakat ana kurt ve yavru kurt el ele vererek onu yener. Onlar yine ormanda avlanırken dişi kurt’un, insanların ona taktığı ismiyle Kichie’nin sahibi Gri Kunduz gelir. Onu ve dişleri beyaz olduğu için Beyaz Diş adını taktıkları yavru kurdu yaşam alanlarına götürürler. Beyaz Diş oraların en güçlüsü sayılan Lip-lip adındaki köpekle düşmanlık kurar. Beyaz Diş onunla ve diğer köpeklerle kavga etmekten gittikçe vahşileşir ve hırçınlaşır. Çadırlardan yiyecekleri yürütür, köpeklerle hep kavga eder. Bir gün orayı öldürücü bir kıtlık sarar. Beyaz Diş, açlıktan gözü dönmüş insanlar diğer köpeklere yaptığı gibi onu da yemesin diye ormana kaçar. Kurt olduğu için orman hayatına alışıktır. Kıtlık bitince kampa geri döner.

Bir gün sahibi Gri Kunduz Kichie’yi başkasına satar. Yeni sahibi Kichie’yi bir sandala bindirerek götürmeye başlar. Beyaz Diş onun arkasından denize girer. Sahibi Gri Kunduz da Beyaz Diş’İn peşinden gider. Sonunda Beyaz Diş’i yakalar ve öldüresiye döver. Beyaz Diş artık efendisine itaat etmesi gerektiğini kabul eder. Daha sonra Gri Kunduz; Beyaz Diş ve diğer kurtlarla birlikte kuzeye gider. Kuzey ülkesi yaz aylarında paraya ihtiyacı olanlar için çok uygun bir yerdir. Pek çok insan oraya gelip alım-satım yapar. Gri Kunduz elindeki her şeyi satar ve kesesini tıka basa doldurur. Beyaz Diş altın aramaya gelen kişilerin narin, zayıf, korkak köpeklerine sürekli saldırır. Ama bunu sahipleri onun yaptığını anlamasın diye kurnazca bir şekilde yapar. Beyaz Diş’in bu durumunu görünce adına yakışmaz bir şekilde çok çirkin bir adam olan Güzel Smith onu satın almak ister ama Gri Kunduz kabul etmez. Bu durumda Gri Kunduz’u viski bağımlısı yapar ve bu şekilde elindeki her şeye, en sonunda da Beyaz Diş’e sahip olur. Beyaz Diş üç kez kaçmaya kalkışır ama Güzel Smith onu her seferinde yakalar ve okkalı bir şekilde döver. Güzel Smith onu bir kafese hapseder ve orada hep onu kızdıracak şeyler yapar. Beyaz Diş burada artık aklını tamamen kaçırır ve iyice saldırgan bir köpek haline gelir. Sahibinin onu böyle sinirlerdirmesindeki amacı onu köpek dövüşlerine çıkarıp para kazanmak ve bir eğlence oluşturmaktır. Beyaz Diş karşısına çıkan bütün rakiplerini çevikliği ve tecrübeleri sayesinde öldürür. Ancak Cherokee adındaki buldog köpeğiyle olan dövüşte işler ters gider. Cherokee onun boğazını ısırır ve bir daha bırakmaz. Beyaz Diş orada can çekişirken olayı gören Scott ve asistanı Matt, Beyaz Diş’i Cherokee’nin elinden kurtarırlar ve Güzel Smith’ten tehdit yoluyla alırlar.

Beyaz Diş, Scott ona sevecen davrandığı için ilk başta şaşırır ve çelişki yaşar çünkü daha önceki sahipleri Güzel Smith ve Gri Kunduz ona hep zulmetmiştir. Beyaz Diş ilk başta tuhaf bulduğu, hatta yadırgadığı sevgiyi zamanla benimser ve sahibine kötülük etmek isteyenler dışında kimseye saldırgan davranmaz olur.

Bir gün Scott Kaliforniya’ya ailesinin yanına gitmek zorunda kalır. Ama Beyaz Diş’i oradaki hayata uyum sağlayamayacağı gerekçesiyle götürmez. Fakat Beyaz Diş onun yokluğunda hastalanır ve Scott geri döner ve bu sefer onu da alarak ailesinin yanına gider. Zamanla Beyaz Diş oradaki kurallara ayak uydurmasını öğrenir.

Scott’ın babasının hapse attığı bir katil hapisten kaçar ve Scott’ın evine girer. Ev halkı o gece büyük bir gürültü ve iki el silah sesiyle uyanırlar. Salona girip baktıklarında Beyaz Diş’in yaralı olarak yattığını katilin ise boylu boyunca kanlar içinde yere serili durduğunu görürler. Beyaz Diş’i hemen veterinere götürürler. Doktor onu ameliyata alır ancak yine de yaşayamayacağından emindir. Yine de Beyaz Diş yaşam gücü sayesinde hayatta kalır.

AZRAİL ‘ İN GÜZELLİĞİ

Onk. Dr. Haluk Nurbaki’den gerçek bir hatıra-
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap’ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir’e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

-”Doktor bey,” dedi. ”Ben size…dargınım.” ”Niçin?” diye sordum.
-”Siz…dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH ‘ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?”

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O’nu üzmemeye çalışarak:
–”Doktora ulaşmak kolaydır” dedim. ”Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın…”

Konuşmaya mecali olmadığından “Ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler “hızlandırılmalı öğretime” dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:
-”Doktor bey,” dedi. ”Ben ölürken ne söylemeliyim?”
-”Senin durumun çok özel” dedim. ”Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ”Muhammed” (s.a.v) sana yeter.”

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor ve O’nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-”Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.

Ertesi gün O’na:
-”Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-”Doktor bey…Azrail bana nasıl görünecek?”
-”Kızım,” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”

Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-”Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkansız” denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-Doktor bey’e söyleyin, dedi. Azrail, O’nun söylediğinden de güzelmiş!…

İnanıyor musun Hikayesi

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak İçin
berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.
Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili
konu açıldı…
Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.”
Adam: ” Peki neden böyle diyorsun?”
Berber: ” Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın.
Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok
sorunlu,
sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur
muydu? Allah
olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi.
Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini
sanmıyorum…”
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya
girmek
istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra
adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir
adam gördü.
Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı
uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok”
Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir
berberim.”
Adam: ” Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı
ve sakallı adamlar olmazdı.
Berber: ” Hımmm… Berber diye bir şey var ama
o insanlar bana
gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”
Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve
insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar
çok acı ve keder olmasının nedeni!”

Eyvah Mahvoldum

Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki bir toplantı sırasında, masa üzerindeki gazeteye göz atıp âniden yerinden fırladı ve; “Eyvah mahvoldum!” gibilerden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi.

Bir anda içeride buz gibi bir hava esti. Önce şirket sahibi, toplantıyı bir bıçak gibi kesip dedi ki:

- Bu işte bir bit yeniği var. Kötü birşeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir.

Bazıları da, çeşitli şekillerde fikirlerini açıkladı: # Biliyorsunuz ki, bugün borsa tepetaklak geldi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı.
# Fâiz veya repo da olabilir, %200 sınırı aşıldı.
# Dün dolar bozduracağını söylemişti. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar etmiş olmalı.
# Kesinlikle yanılıyorsunuz. Daha 3 gün önce avans çekmişti. Böyle birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.
# Öyledir öyle. Hanımını geçen gördüm, suratsızın biriydi.

Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü dedi ki:

- Konuşmakla vakit kaybetmeyelim. Her an bir tabanca sesi gelebilir içeriden… Müdürün sözleri ortalığı tekrar gerdi. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı. Müdür bey yumuşak bir sesle:

- Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Canım kardeşim! Sakın bir çılgınlık yapma! Biliyorsun ki bu dünya fânidir. Birgün zaten öleceğiz…

Mühendisin bulunduğu oda kapısı, çelik levhadan yapıldığı için, bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu. Bu arada itfaiyeye haber verildi. Altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için duâya başladılar.

Mühendis bey, 10 dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz kapı önündeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında gülümsedi
Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum arkadaşlar!..

TIRNAK KADAR YER

Yıllar önce bir gün Hamdi Abimin evinde misafirdim.Akşam onu ziyaretine Nedim adında bir arkadaşı geldi ve “Benim arsayı satacağım.Arsamın komşusu Selami bana 20 Milyon lira teklif ediyor” dedi.Devamla “ama ben ona vermek istemiyorum .Ona satarsam senin annenin ve babanın sınır komşusu olacak ve annenin ,babanın tavukları arsasına girse itiraz eder anneni ve babanı üzebilir ben ona üzülürüm istersen 7 Milyon ver senin olsun” dedi.Hamdi abi” Böyle düşündüğün için Allah senden razı olsun “deyip arsayı aldı.Günlerden bir gün aldığı arsaya Selami’nin sınır duvarı ördüğünü söylediler.Nedim’ide alarak gittik.Nedim yaptığı tesbitte sattığı araziye bir metre kadar tecavüz olduğunu söyledi.Hamdi Abi Selami’ye “Bilerek neden yaptın tırnak kadar yer için değermiydi? “dedi.Selami tehditkar bir ses tonuyla “yıkabiliyorsanız deneyin” dedi.Hamdi abi “gidelim kardeşlerim bu adamın hesabını öbür Dünya’ya bıraktım” dedi.Yolda Nedim Beye dönerek “bu adama arsayı satmamakta haklıymışsın” dedi.Yıllar sonra Hamdi Abi ile annesi ve babasını ziyaretine gittiğimizde Selami’nin evinin önünde balta ile odun kırdığını gördük selam bile vermek içimizden gelmedi.Mahallenin kahvesine indiğimizde kahveye bir haber geldi.
- “Selami bir parmağını baltaya kaptırmış tırnak hızasından koparmış” dediler.
- Hamdi Abi bana döndü.”Bak dedi;Yaradan hesabı öbür Dünya’ya bırakmadı,tırnak kadar yer için tırnağını aldı ” dedi.Ben ise şaşkınlıktan ağzımı bile açamadım.

olmayacak iş

Adamın biri olmayacak işler peşinde koşarmış. Bakmış hava çok sıcak ne yapsam da güneşin ısısını biraz azaltsam demiş ve dağın zirvesine doğru elinde bir kova suyla çıkmaya başlamış. Dağın zirvesine yaklaştığında bakmış ki güneş gidiyor. Zirveye varmış güneş yok. Yıldızları görmüş ne güzel ışık topu bunlar bir tanesini evime götürsem akşamları aydınlatır evimi diyerek yıldızları toplamak için zıplamaya başlamış ama nafile bir daha zıpladığında zirveden yuvarlanıvermiş başına yastık olmuş bir taş. Gözlerini açtığında yüzünün kanlandığını farketmiş ve büyük bir baş ağrısıyla uyanmış.
–Of of güneşi görmüş hayalini düşünmüş, bir taş onun aklını başına getirmiş ve zirveden aşağı doğru bir daha olmayacak işler peşinde koşmanın ona neye mal olduğunu düşüne düşüne inmiş.

İnci kitabı özeti

John STEINBECK’in inci kitabının özeti:

Pedro;Salinas’ta, deniz kıyısında, saz evlerde yaşayan yoksul denizcilerden biridir. Evleneli çok olmamıştır. İlk çocukları maalesef tedavi edemedikleri bir hastalıktan dolayı ölür. Artık umutları ikinci çocukları olmuştur. Bir sabah bebeği bir akrep sokar. Pedro hızla davranır ve akrebi öldürür. O ve eşi bebeği alır ve şehirdeki doktora götürürler. Doktor zengin ve acımasız bir insandır ve paraları olmadığını bildiği için çifti başından savar.
Eve döndükten sonra Pedro, bambudan yapılmış kayığını alır ve inci avına çıkar. Kıyıdan açıldıktan sonra dalar ve dipten o güne kadar görülmüş en büyük incilerden birini çıkarır. Evine döner ve eşine gösterir. Bu inciyi satarak kazanacakları parayla bebeği tedavi ettireceklerini sonra onu okutup bu yaşamdan kurtulacaklarını planlarlar. O gün Pedro’nun kardeşi ve karısı da evlerine gelirler ve tavsiyelerde bulunurlar.
Büyük incinin haberi tüm şehre ulaşmıştır. Doktorun ise inciye sahip olup Salinas gibi bir taşra kentinden kurtulup Paris’e gitmeyi planlamaktadır. Ertesi gün doktor uşağıyla tedavi için Pedro’nun saz evine gelir. Bebek iki gündür iyi durumda olduğu için Pedro doktoru reddeder. Doktor ise çocuğa bir ilaç içirir ve çocuğun ateşlenebileceğini söyler. Dediği gibi bebek ateşlenir ve doktor o esnada yeniden gelir ve çocuğun ateşini geçirir. Doktorun asıl amacı Pedro’nun inciyi nereye sakladığını öğrenmektir. Gerçekten konuşurlarken Pedro’nun gözü inciyi gömdüğü yere kaçar ve doktor incinin yerini öğrenir. Gece uyurlarken birinin geldiğini hisseder ve boğuşurlar. Boğuşma esnasında Pedro adamı bıçakla öldürür. Hırsızlar ayrıca yangın çıkartmıştır ve bazı saz evler yanmıştır. Pedro ve eşi kaçamaya karar verirler ama kayıklarının da delindiğini görürler. Pedro’nun karısı ona devamlı bu incinin uğursuz olduğunu ve ondan kurtulmaları gerektiğini söylemektedir. Yürüyerek kaçmaya karar verirler.
Yürüyüş esnasında kayalık bir arazide mola verirler. Dinlenirlerken yoldan birilerinin geçtiğini farkederler. Sessizce dinlerler ve bunların peşlerine düşen kelle avcıları olduklarını anlarlar. Artık arazide daha dikkatli olmaları gerekmektedir. Gece olunca bir kaya kovuğuna yerleşirler. Kelle avcıları ise elli metre ileride su başında yatmaktadır. Pedro adamları öldürmek için harekete geçer. Yaklaştığı esnada bebeğin ağladığını duyar. Avcılar da duymuştur ve bunu bir kurdun sesi sanmışlardır. Zarar vermesin diye sesin geldiği yöne nişan alırlar ve ateş ederler.
Ertesi sabah köylüler Pedro ve eşinin köye döndüklerini görürler. Yanlarında bebekleri yoktur. Pedro’nun karısının elinde kanlı bir şal durmaktadır. Köylüler bebeğin öldüğünü anlarlar. Pedro ve karısı deniz kıyısına giderler ve onlara devamlı uğursuzluk getirmiş olan bu inciyi denize,geldiği yere geri gönderirler.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Yoksul ve cahil insanlar yaşamın kendileri için hazırladığı yaşam çizgisinin dışına çıkamazlar.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE SAHIŞLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Bebeğin akrep tarafından sokulması büyük talihsizliktir. Pedro’nun çevresindekilerin inciyi ele geçirmek her türlü yola başvurmaları insanların para için herşeyi yapabileceği gerçeğini yansıtır.
ŞAHISLAR:
Pedro : Dürüst,fakir,devamlı ezilmiş ama umutlarını hala kaybetmemiş biridir. Ailesini düşkündür ve onlar için kendisini tehlikeye atmaktan kaçınmaz.
Pedro’nun Eşi: Fedakar bir kadındır. Romanda kocası bir kez ona vurur. Ama bundan dolayı gücenmez. İncinin uğursuz olduğuna inamakta ve ondan kurtulmaları gerektiğine inanmaktadır.
Doktor : İnsanları küçümseyen, paraya düşkün ve para için her türlü kötülüğü yapmaya hazır olan biridir.

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitabı okumadan önce yazarı tanıyordum ve bazı eserlerini okumuştum. Yazar bilindik üslubu dışına çıkmayarak yoksul ve sıradan insanları konu ediniyor. Olay örgüsü ve insanların iç yüzünün para karşısında ortaya çıkması yaşamın üzücü gerçeklerindendir. Eserin okunmasının insana birçok şey kazandırdığı inancındayım.

Back to Home Back to Top Bu Blog 06.09.09 tarihi ile yeniden yapılandırılmıştır.Sitedeki videolar video.yahoo.com,video.google.com ve izlesene.com tarzı video sitelerinden alınmıştır.Videoların içeriklerinden blogumuz sorumlu tutulamaz.Ayrıca blogumuz yapılandırımadan sonra tamamen özgündür.Sitemizden kaldırılmasını istediğiniz video varsa ve herhangi bir yazının çalıntı olduğunu düşünüyorsanız iletişim için beyazzarf@hotmail.com..Mail atmanız yeterlidir.